24 Ekim 2010 Pazar

Merhabalar,

Planladığım bir konu vardı aslında. Kafamda kurguluyordum fakat buraya ne zaman hazırlanmadan birşeyler yazsam daha çok aklıma yatmıştır. Bu yüzden bir kaç cümle saçmalayacağım izninizle.

Çok karşı olduğum bir şey vardır. Belli bir zamanda yapılmış fedakarlıkların zor bir günde hemen ortaya dökülmesi. Fedakarlığın içini pek bir boşaltan durumdur. Elbette insanı üzer, ona inandığın için göze alırsın bazı şeyleri fakat bunu haketmeyecek biri olduğunu farkettiğinde ya da artık o bunu saklayamaz hale geldiğinde çok geç olmuş olur.

Peki fedakarlık yapmaktan mı vazgeçelim? Elbette hayır ama bilelim ki insanlar egolarını tatmin etmek uğruna aklımızın alamayacağı kadar alçalabilirler. Fakat hep aynı şeyi yaşadım, sanırım da değişmez bir kaide olacak bu. Gün gelince ben içim rahat, gönlüm huzurlu bakarken ona o kafasını nereye çevireceğini şaşırıyor. Üzülüyorum aslında. Çünkü gerçekten inandığım için hayatıma bu denli soktuğum birinin sadece bir ego tatmini amacı taşıdığını öğrenmek iç burkucu. Ama gün olup devran elbet dönüyor. Yüzüne bakamayacağım kimse olmadığı için çok huzurlu uyuyabiliyorum her gece.... İyi geceler.



Bu şarkıyla bitirelim yazıyı!!


http://fizy.com/#s/1ahiso

21 Ekim 2010 Perşembe

Böyle Bir Kara Sevda

ne cıkar bahtımızda
ayrılık varsa yarın
sanma kı hıkayesı su tıtreyen dalların
dusen yaprakla bıter
boyle bır kara sevda
kara toprakla bıter



aglama olma mahzun
gulerek bak yarına
sanma kı guzellıgın o ıpek saclarına
dokulen akla bıter
boyle bır kara sevda
kara toprakla bıter




Toprağın bile bitiremeyeceği sevdaların şerefine olsun... Gün gelsin beni de bulsun...

13 Ekim 2010 Çarşamba

Bu geceyi yazısız geçmek olmazdı... Ne kadar efsane bir grup olduklarından hiç şüphe duymuyordum fakat insanın her ruh haline hitaben yaptıkları şarkıları teker teker onlardan duymak büyük bir keyifti... Emin olun aklınıza ilk gelen MFÖ şarkısını söylemişlerdir.

Yazıyı yazma sebebime gelirsek; her şarkısını sevdiğim bu grubun tek bir şarkısı içimde birkaç teli titretir. Sarı Laleler... Önce bir sözleri yazalım sonrada bana ne anlam ifade ediyor 2 3 cümleyle başınızı ağrıtalım biraz.





Uykulu gözlerle döndüm rüyamdan,
Sana sarı laleler aldım çiçek pazarından...
Sen olmasan.. buralara gelemezdim ben...
Sevemezdim bu şehri, anlamazdım dilinden...
Nasıl bir sevdaysa bu, karşı koyamam...
Dayanamam, kıskanırım seni, paylaşamam...
Satırlar uçar gider aklımdan...
Sana sarı laleler aldım, çiçek pazarından...

Uykulu gözlerle döndüm rüyamdan,
Sana sarı laleler aldım çiçek pazarından...
Sen olmasan.. buralara gelemezdim ben...
Sevemezdim bu şehri, anlamazdım dilinden...
Yeniden başlasam, bu sefer korkmadan...
Koklayıp birbirimizi çöpe atmadan...
Satırlar uçar gider aklımdan...
Sana sarı laleler aldım, çiçek pazarından...





Kadınlar için önemlidir ya çiçek almak. Özel hissederler kendilerini, hatıra olarak saklarlar. Kendi adıma konuşursam bence bir erkeğin bir kadına çiçek alacak hoşluğu hissetmeside önemlidir. Türü, miktarı, fiyatı değildir aslında o çiçekteki anlatım. Sadece o günü hatırlatacak küçük bir simge. Mesela bir sarı lale...

Bazen çok daralsam da isyan edecek seviyeye gelsem de hiçbir zaman kopmayı aklımdan geçiremem İstanbul'dan. Bana en büyük kayıpları da en unutmayacağım zorlukları yaşatsa da bu gece olduğu gibi Sarı Laleler çalarken yağmurun hızını arttırıyor ya işte bir daha aşık oluyorum şehre.

Bana bu kenti, bu yağmuru, bu şarkıları sevdiren herkese teşekkürler...

11 Ekim 2010 Pazartesi

Devinim ve Yüzün

Meşhurdur benim uyanır uyanmaz dilimde bir şarkı olması. Bütün gün üstüne ne dinlesem de değişmez o şarkı. Fakat son 2 gündür başka bir formata geçtim. Artık 2 şarkıyla uyanıyorum. Sırasıyla Feridun Düzağaç-Yüzün Yaşar- Devinim. Benim Yaşar hayranlığım bilindik bir durumdur.Bilmediğim çok az şarkısı vardır. Hayatımda anlam taşıyan çok günlerde illa bir Yaşar şarkısın uymuştur duruma. Fazla konuşmayaym ben de iki şarkınında sözlerini yazıp fizy linklerini veriyim.




FERİDUN DÜZAĞAÇ- YÜZÜN




Kaç kurtar kendini,
Ben oyalarım; git
İçimde ne varsa sana alışan
Hiç olmamıştı belki

Hayat yalanlar bizi
Dilerim güçlüdür zaman bu acıdan

Dokunsam da özlesem de aynı hüzün... Aynı hüzün
Bir adam bul kendine sana aynalar tutmasın
O kadar güzel yüzün; içime bakmasın
Seni korkutmasın
Özlesen de arasan da kendine sakla

Herkes herşey senin olsun
Bir beni yasakla tek beni yasakla



http://fizy.com/#s/1ahm27




YAŞAR-DEVİNİM



Gel zaman git zaman
Herşeyi sildin zaman
Dur artık geçme böyle
Bak bitiyor aşklarım



Bak yine gözlerim
Dolu dolu oldu birden
Şu evde ben üşürken
Tam seni düşünürken
Yalnızlığım geldi yine aklıma



Yüreğimde döner bir şey
Hani bazen olur ya birden
Aklıma gelirsin diye
Aklım başımdan gider
Çırpınır kalbimde devinim


http://fizy.com/#s/1lt7ek

10 Ekim 2010 Pazar

Kaç Zamandır Niye Yapmamışım?

Ortaokul,lise zamanlarımda yürümeyi çok severdim. Bazen uzun mesafeleri bile yürümekten keyif duyardım. Çünkü ayaklarım otomatik hamlelerle giderken ben aklımdan çok şeyler geçirirdim. Fakat Öss senesiyle beraber hayatıma katılan acele etme, bir yerlere bir şeylere yetişme durumu yürümekten epeyce uzaklaştırdı beni. Bir gün kavuşacağımız belliydi o da bu haftasonuna denk geldi.

Beşiktaş'tan evime dönüyordum. Serin, hafif yağmurlu, fazlasıyla puslu bir İstanbul günüydü. Otobüsle sahilden evime çıkarken bir anda bu havanın tadını çıkartmak geldi aklıma. Arnavutköy tarafında indim. Sahilde yürümeye başladım. Sanki o puslu hava , yağmurla beraber kokusunu değiştirmişti denizin. İyot kokusu gitmiş, deniz hasret kokuyordu. Eksik kalmış aşklar, ağızdan çıkamamış yutkunulmuş "Gitme" haykırışları vardı o kokuda. Arnavutköyden Bebek Sahiline gelene kadar her yerde aynı hasret kokusu vardı. Sahilde bir bankta oturup kitabımı, mp3 ümü ve bisküvimi çıkardım. Bu hasret kokusunu, yutkunulmuş aşkları, ya da başlaması umut edilen fakat cesaretsizliklere kurban gitmiş sevdaları unutmaya çalışıyordum. Aklıma gelmemelilerdi, doğru zaman değildi bu. Bu amaçla başladım okumaya. Haliçte Yaşayan Simonların son sayfaları geldikçe mp3 üm sanki bana inat en hassas şarkıları buldu ve kitabı bana o sahilde bitirtmedi. Beni ayaklandırdı ve tekrar yürütmeye başladı.Sahilde balık tutanlar, çaylarını demleyip içen emekli amcalar, onlar hep oradaydı. Misafir gibi hissettim kendimi ve onun utangaçlığıyla yüzümde naif bir gülümsemeyle geçtim yanlarından ta ki sevgilisinin gözlerinin içine baka baka şiir okuyan o çocuğu görene kadar. Bilerek mi seçti bilmiyorum ama bence İstanbul o banktan bir başka güzel. Oraya oturunca sanki diğer banklara hiç gerek yokmuş düşüncesine kapıldığımı hatırladım. Kim bilir belki onlarda bunun farkındalardı. Çocuk şiiri ezberlememiş, çalışmamış. O şiiri almış yüreğine harf harf, çizgi çizgi kazımış. Yanlarından geçerken duyduğum sözleri düşündüm, şiiri baştan sona bir kez daha düşündüm. Hani hasret kokusu duyuyordum ya yutkunulmuş "gitme" haykırışları... Ben birde söylenememiş aşk sözcükleri, insanın ağzından dolu dolu çıkan " seni seviyorum" lar duyuyormuşum. "Anlatamıyorum" derken çocuk aslında içinde ne ilan-ı aşklar, ne hayranlıklar ne fedakarlıklar haykırıyordu kim bilir. Emirgana geldiğimde bu şiiri okuyordum kendi kendime.



ağlasam sesimi duyar mısınız
mısralarımda
dokunabilir misiniz
göz yaşlarıma, ellerinizle

bilmezdim şarkıların bu kadar güzel
kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
bu derde düşmeden önce

bir yer var, biliyorum
her şeyi söylemek mümkün
epeyce yaklaşmışım, duyuyorum
anlatamıyorum

ORHAN VELİ KANIK


Umarım çok tatlı bir çift olmuşlardır....
Merhabalar,
Çok uzun zamandır buraları ihmal ettiğimin farkındayım. Geçerli sebeplerim olduğuna emin olabilirsiniz. Yazmayı düşündüğüö konulardan bahsetmiştim fakat Erdal İnönü yazısından vazgeçtim. Çünkü herhangi bir blog da anlatılamayacak kadar özel ve güzel bir hayatı ben kendi derin olmayan bilgilerimle hırpalamak istemedim. Fakat spor kültürü yazısının üstünde önemle duruyorum. Çok uzun yazılabilecek bir konu olmasına rağmen, aslında işi çok uzatma peşinde değilim.


Cuma akşamı Almanya Milli Takımıyla bir maç yaptık. 3-0 gibi çok net bir skorla yenildik. Oynadığımız şey eminim ki futbol değildi. Fakat dikkat ettiyseniz gazetelerde konuşulan tek olay Mesut Özil'in gol sonrası sevinmemesi, niye Almanya Milli Takmını seçtiği vs.

İnsanın doğduğu yer mi yoksa doyduğu yer mi memleketidir diye bir söz vardır ülkemizde. Doğduğu, doyduğu, Mesut Özil olduğu, Real Madrid'e transfer olduğu bir ülkeyi Milli Takım olarak tercih etmesi niye yadırganıyor çözemiyorum. İşin içine siyasetçiler giriyor bir de. Mesut Özil'in şu hale gelmesinde bu ülke topraklarından ne gibi bir yarar çıkmış. Türkiye sınırları içinde futbol oynamışlığı bile olmayan, hiçbir kulüple uzaktan yakından alakası olmayan bir oyuncu hakkında sadece genetik mirası üzerinden nasıl böyle bir hak iddaa edebiliyoruz?

Gelelim başka bir bakış açısına. Almanya devşirme sistemini son yıllarda fazlasıyla kullanıo. Khedire, Mesut, Podolski vs. Ve bu saydığım isimler Almanya Milli Takmı'nı üst seviyeye taşıyorlar. Devşirme sistemi bizim ülkemizde çok çeşitli spor dallarında kullanılıyor. Bildizğiniz üzere atletizm de Elvan, basketbolda Ersan, futbolda Aurelio en bilindik örnekler. Peki masa tenisi şubemizin neredeyse baştan aşağo Çin'li sporcuların devşirilmesiyle oluşmasına ne diyorsunuz? Hiç bir başarımızı duydunuz mu peki masa tenisinde? İşte ben bu tip devşirmeye karşıyım. Evet Ersan bizi üst seviyeye taşıdı. Aynı şekilde Elvan da Alemitu Bekele de. Ama genç sporcularımızın önünü kesecek devşirmeleri sadece günü kurtarmak için neden kullanıyoruz? Bu ülke eğer bir Mehmet Aurelio yetiştiremiyorsa biz gerçekten yapmayalım bu işi. Necip Uysal neresinden bakarsan bak 2 tane Aurelio eder. Valencia da ilk 11 çıkan Mehmet Topal'ı görmeyen bir zihniyetten beklenmeyecek hamleler tabi ki.

Peki bizim sorunumuz ne? Çok açık ve net söylemeliyim ki bir spor kültürümüz yok. Bir haftasonunda kimse ailesini alıp öğlen bir voleybol maçına, akşam üstü hoş bir basketbol maçına akşamda futbol maçıyla gün geçiren bir yaklaşımımız yok. 2010 Dünya Basketbol Şampiyonasında bildiğiniz gibi bütün biletler neredeyse satılıydı. Bizim maçımızın olduğu günde bizden önceki maçlar boş salona oynandı. Günlük kombinesi olanlar bu maçları izlemeye gelmediler. İşte sorun bu. Biz sadece taraftarız. Seyircilik, izleyicilik bize çok uzak kavramlar. Halbuki farkında değiller ki bu turnuvayı bu ülkede bir daha 40 seneden önce izleme şansları yok. Ama biz kazanmaya odaklamışız kendimizi. Hiçbirimizin aklında galbiyet dışında ne kazandık ya da kaybettiğimiz günlerde neleri kazanabildiği düşünmek yok. Dünya ikinciliği tarifsiz bir başarıdır. 2004'ten beri söylenen söz 2010 da istenilen başarı yakalanacaktı ve oldu.Önce buraya gelirken ki kayıplara bakalım. Sonrada bunda sonra olacaklara. Öncelikle Tanjevic göreve gelince gençleştirme hamleleri geldi. Barış Hersek, Hakan Demirel , Cenk Akyol gibi oyuncular 2010 da takımı taşıyacak iskelette ciddi roller üstlenecekti. Hakan Demirel çok büyük maçlarda ilk 5 çıktı, çok iyi süreler aldı. Barış Hersek aynı şekilde harika fırsatlar buldu. Fakat bu şampiyonanı kadrosunda yoktular. Tek sebebi sizce oyuncuların kendileri mi? Yani Milli Takımda ilk 5 çıkardığı bir oyuncuyu kulübünde kadroya almayan bir Tanjevicin hiç mi suçu yok? Ya da kadroya çağırıp her seferinde gönderdiği Cemal Nalga gibi bir ribaunt savunma gücünü neden hiç farketmek istemedi? Her ne kadar kötü bir sezon geçirse de 1 sene boyunca eline top almamış Kerem Gönlüm ve Ömer Aşık mı daha mantklı seçimdir yoksa Ermal Kurtoğlu mu?

Bakın sorun isimlerde değil, zihniyet, günü kurtarma telaşı. Son olarak birkaç branştan isimler yazacağım lütfen dikkat ediniz bu isimlere. Futbol: Anıl Dilaver, Onur Bayramoğlu, Okan Alkan, Furkan Özcal Basketbol: Enes Kanter, Deniz Kılıçlı, Görkem Sönmez, Furkan Aldemir, Birkan Batuk, Melih Mahmutoğlu, Erbil Eroğlu, Maxim Mutaf, Berkay Candan, Şafak Edge. Eğer bu saydığım oyuncular o yersiz devşirme ve yabancı hayranlığı baskısına maruz kalmazlarsa emin olun bu ülkenn spor tarihine adlarını yazdıracaklardır. Teşekkür ederim...