30 Haziran 2010 Çarşamba






SEVGİLİM YALAN SÖYLERSEM

Sevgilim yalan söylersem sana
Kopsun ve mahrum kalsın dilim
Seni seviyorum demek bahtiyarlığından

Sevgilim yalan yazarsam sana
Kurusun ve mahrum kalsın elim
Okşayabilmek saadetinden seni

Sevgilim yalan söylerse sana gözlerim
İki nadim gözyaşı gibi avuçlarıma aksınlar
Ve göremesinler seni bir daha

NAZIM HİKMET

28 Haziran 2010 Pazartesi

TGB "Cumhuriyetin Okulunu Kuruyoruz" projesi

Eğitim sorunu, bu ülkenin en temel sorunudur. Çünkü çözemediğimiz bu sorun, yıllar boyunca katlanarak başka biçimler almış ve çok çeşitli konulara tesir etmiştir. Çok meşhur bir filmde geçen bir söz vardır. " Okul sadece 4 duvarı olan bir yer değildir. Okul heryerdir." diye belki bilirsiniz. Fakat sorunun birde şöyle ciddi bir boyutu var ki memleketin çoğu yerinde o 4 duvarlı okul yok.Duvarların olduğu yerde içeride öğretmen yok ya da öğrenciler kilometrelerce ötelerden okula gelemiyorlar. Sorunun boyutunun farkına varırsak bireysel çabaların değirmeni döndürmeyeceğini de farkederiz.

Bu projenin gerçekleştiği yer ise Bismil-Aslanoğlu köyüdür. Birazdan bütün bilgileri, köyün sorununu, projenin nereden çıktığını ve ne aşamada olduğunu yazacağım. Şundan bahetmek istiyorum. Sosyal devlet anlayışı, kışın ortasında suyun ve elektriğin olmadığı yerlerde buzdolabı dağıtmak değildir. Sosyal devlet anlayışı, kamyonlardan kumanya dağıtıp insanları sefil etmek hiç değildir.Kaldı ki insanların fakirliğini yüzlerine vururcasına bu insanlığa yakışmayan yöntemler hiç bir vicdana hiç bir dine sığmaz. Devletin belkide şimdiye kadar çoktan yapması gereken birşeyi TGB öğrencileri yapmak için büyük çabalar sarfetmiştir. Şimdi köyün hikayesini, okulun son halini ve köyden fotoğrafları ekliyorum...


Türkiye’nin Birliğine harç koyuyor,
Bismil Aslanoğlu Köyü'nde Okul Yapıyoruz…

Hiçbirinin önlüğü yok,
Kalemlerinin üzerlerine titriyorlar,
Çantaları boş da olsa heveslerini ve özlemlerini sırtlarında taşıyorlar,
Defterlerinin yapraklarına yazmaya kıyamıyorlar, çünkü defterlerinin bitmesinden korkuyorlar…

Yoksul köy çocukları bize bakıyor,
Konuşmuyorlar, ama çok şey anlatıyorlar…

Her gün derse giremiyorlar, çatısı delik,
dersi teneffüs zili değil, soğuk bitiriyor…
Çaresizce herkes evine dönüyor…

Okul demiyorlar, okul istemiyorlar utandıklarından…

Küçücük gözleri çığlık atıyor aslında…

Hepsi milletimizin parçası, hepsi cumhuriyetin önemini yaşayarak anlıyorlar…
Cumhuriyet "Nasıl olur da ağalığa izin verir?.." diyorlar… Cevap veremiyoruz…

Onlar cevap veriyor, ayağa kalkıyor; "Yıkılsın Ağalık!" diyorlar,
bütün yoksul köylüler Aslanoğlu Köyü'nü izliyor…

Biz onlara hiçbir şey vermesek de, onlar bize her şeylerini vermeye hazır,
Canlarını ağalığa karşı sessiz ve sitemsiz veriyorlar…

Kimi öğretmen olmak istiyor, kimi asker; ama en çok Avukat olmak isteyen var,
Ağanın baskısına karşı kendilerini savunmak için Avukat olmak istiyorlar…

Biz Atatürk gençliği olarak,
Varlığımızı milletimizin varlığına ve ülkemizin bağımsızlığına armağan etmeye,

Kaderimizi yoksul halkımızın kaderiyle birleştirmeye,
SÖZ VERDİK!!

Gideceğiz, Diyarbakır’a. Yüzlerce üniversiteli genç...
Taş taşıyacağız, sıva yapacağız, çatı onaracağız…

Gözlerimizi yummuyoruz,
Kulaklarımızı tıkamıyoruz…

Bakıp da görmeyenlere inat, görüyoruz ve vicdanları ayaklandırıyoruz!

Ülkemizin birliği ve bağımsızlığı için,
"Kimsesizlerin Kimsesi Cumhuriyetin" değerlerini yeniden hatırlatmak için…

Sizi desteğe çağırıyoruz…

Bu tarihi görev için size elimizi uzatıyoruz…

Neden Aslanoğlu Köyü?

Diyarbakır’ın Bismil İlçesi'ne bağlı Aslanoğlu Köyü, 2005 yılından beri toprak ağalığına karşı mücadele ediyor.

Bölgenin toprak ağası, haksız bir şekilde Aslanoğlu Köyü’nün çevresinde bulunan ve köylülere ait olan toprakları zor kullanarak eline aldı.

Köylüler toprak ağasını dava etmelerine ve yasal süreci başlatmalarına rağmen henüz bir sonuç elde edemediler.

Aslanoğlu Köylüleri, Diyarbakır şehir merkezinde 2007 yılının Haziran ayında, Türk bayrakları ile "Yıkılsın Ağalık Yaşasın Cumhuriyet" pankartlarıyla bir yürüyüş yapmışlar ve basında geniş yer bulmuşlardır.

Ağa ise köylülerin bu haklı mücadelesini zorla bastırmaya çalışmaktadır. Hiçbir kanun tanımayan ağa, köye defalarca baskın düzenlemiş ve dört köylüyü öldürmüştür! Çünkü bilmektedir ki, Aslanoğlu Köylüleri başarılı olursa, hem kurulu çıkar düzenleri bozulacak hem de terörün sosyal-ekonomik zemini ağır yara alacaktır.

OKULDA SON DURUM

19 Haziran’dan bu yana bir haftadır köyde bulunan birinci ekip, çalışmalarını planlandığı şekilde yürüttü. Okul yapımında son olarak, eski çatı iskeletleri söküldü ve çatılar temizlendi. Şimdi ikinci ekiple birlikte, yeni çatının yapımına geçilecek.

Bugün, sabah erkenden, son değerlendirme toplantısını yapan birinci ekip, köylülerle vedalaştıktan sonra Diyarbakır şehir merkezine hareket etti.

Köylüler ve gençler arasında kısa sürede ne kadar güçlü bir bağ oluştuğu, birinci ekibin köyden ayrılışı sırasında yakından gözlendi. Şino Anne (Köy Muhtarı Mehmet Tanrıkulu’nun annesi)nin emekle yoğurduğu, kucağında bir çiçek bahçesi gibi taşıdığı sevgi ve şefkat, köyden ayrılan arkadaşların yüreklerinde umut ve onur yüklü duygular filizlendirdi.

Bir yanda köyden ayrılıyor olmanın üzüntüsü, bir yanda Arslanoğlu Köyü'nde hayatı köylülerden öğrenmenin yaşattığı mutluluk... Bismil Arslanoğlu Köyü gençlere hayatı öğreten, bütün arkadaşların birçok ilki yaşadığı bir üniversite oldu.

Şimdi aynı duygular, yeni genç yüreklerde yeşerecek. Birinci ekibin ayrılırken yaşadığı hüzün ve mutluluk duyguları, yerini ikinci ekibin gözlerinden taşan heyecana bıraktı. Şimdi sıra ikinci ekipte.

İkinci Ekip Köye Ulaştı!

Ankara, İstanbul, Kocaeli ve Sakarya İllerinden, 24 Haziran Perşembe Günü yola çıkan ikinci ekip, bugün birinci ekip ayrılmadan, Diyarbakır’a ulaştı. Şehir merkezinde, ayrılacak arkadaşlarla bir araya gelen ikinci ekip, daha sonra köye doğru hareket etti.


Fotoğraflara geçmeden önce şunu belirtmek istiyorum. Can Ataklı VATAN gazetesindeki yazısında, Güneş gazetesi ve Medya Kralı programında Okan Bayülgen bu projeden bahsetmiş ve destek istemişlerdir... Şimdi sıra fotoğraflarda...











25 Haziran 2010 Cuma

Rakı Kültürü



Bir tatil yazısı yazmıştım ve üstüne düşünürken bu yazıda bir eksiklik olduğunu farkettim.Tatil denilince akla elbette deniz,kum,güneş,dostlar,gün batımı,kitap okumak gelirde eğer benim gibi bebeklikten itibaren yetiştirildiyseniz bu konuda birde "rakı" gelir aklınıza... Bebeklikten itibaren lafımı abartı bulmayın; çünkü dedem emziğimizi kendi dublesine batırıp verirmiş bütün torunlarına... Eh gel zaman git zaman yaş biraz daha büyüyünce tanıdık bir kokunun tadı da vazgeçilmez oldu...

Rakı bir kültürdür, bir keyiftir. Asla bilinçsizce tüketilecek bir içki değildir. Benim düşünceme göre de "içki" sıfatına giren nadir alkollülerden biridir. Çünkü ben çoğunu sadece alkol içeren kokteyl olarak tanımlıyorum.

Bu yazıda rakının küçük bir tarihçesini, nasıl yapıldığını, nasıl içilmesi gerektiğini, hangi mezelerin tercih edilmesinin daha çok yakışacağını ve en sonunda benim tercihlerimi yazacağım...


Bazı kaynaklara göre Rakı kelimesi Arapça arak kelimesinden gelmedir, sözcük anlamı damıtılmış demektir. Kimi kaynaklarda Arapça kökenli başka kelimelere dayandırılır. Diger kaynaklara göre de ismini razaki üzümünden almıştır. Bir başka iddia ise rakının Kımız'dan elde edilen Arika'dan gelmesidir....

Rakının ilk kez nerede kimler tarafında üretildiği kesin olarak belgelerle belirlenememiştir. Ancak rakının ilk kez Osmanlı topraklarında üretildiği neredeyse tüm dünya ülkelerince kabul edilmektedir. Hemen hemen tüm ansiklopedilerde rakının bir Türk içkisi olduğu belirtilir. Türk rakısı zamanla Osmanlı topraklarında yaşayan insanların da damak zevki ile bugünkü karakteristik özelliklerine ulaştırılmış ve üretimi tekelleştirilmiştir. Türk rakısının bugünkü özellikleri ne Yunan rakısı Ouzo ne de Doğu içkisi olan Arak'ta bulunabilir...

Gelelim rakının nasıl yapıldığına... Mübadele zamanı Yunanistan'dan buraya göç ederken anne tarafımdan büyükdedelerim, sadece özel eşyalarını getirebilme izni almışlar.Bu yüzden eşyalarının çoğunu orada bırakmak zorunda kalmışlar.Büyükdedem de özel eşya olarak rakı yapma düzeneğini tercih etmiş. :) Buraya geldiklerinde ciddi bir süre kendi rakısını kendisi yapmış.Ben deneme şerefine mazhar olamadım fakat duyduğum kadarıyla çok daha ağır ve acı oluyormuş.Rakı yapmak ciddi bir süreç aslında ama bunu başarabilen bir neslin, bir ailenin çocuğu olmam bence bu yazıyı niye yazma gereği duydum sorusuna yeterince cevap oluyordur.Rakının nasıl yapıldığını ayrıntısıyla yazalım..

Öyle karmaşık cümleler yazmayacağım. Sadece üstünkörü geçeceğim.Bende dahil hiçbirimizin rakı yapmaya kalkacağını düşünmüyorum.Piyasada yeterince iyi kalitede rakılar var çünkü.. Üzümler alınır; şıra haline getirildikten sonra mayalandırılıp alkollü bir hale getirilir. Sonra bir damıtma düzeneğine konur. Ortaya çıkan sıvı bakır imbiklere konur ve anason tohumlarıyla bir daha damıtılır. Bunun sonunda orta kısımda alkolü yüksek bir göbek oluşur. Bu kısımıa su eklenerek içilebilecek düzeye getirilir. Tadlandırma işleminden sonra havalandırmaya bırakılır. En az 1 ay boyunca rakının olgunlaşması beklenmelidir...

Çok önemli bir konuda rakının nasıl içilmesi gerektiğidir. Rakı öyle herhangi bir yerde, herhangi insanlarla ve önemsiz zamanlarda içilebilcek kadar değersiz ve anlamsız bir içki değildir.Kısaca gereklerini yazacağım fakat Aydın Boysan üstadımız bu konuyu kitabında çok iyi anlatmıştır. Kendisiyle sohbet etme şerefinede erişmiş biri olarak hem o konuşmalardan hem de kitabından daha net alıntılar yapacağım...

Rakı kesinlikle soğuk içilmelidir.Kadehe koyduğunuz rakı miktarının yarısı kadar su eklenmesi standart bir rakıdır fakat tercihlere göre değişebilir. Buz koymak, fazla tercih edilir fakat zaten rakı soğuksa böyle birşeye gerek duyulmaz.. Sonradan görme bir adet var bu aralar rakıyı bir dikişte bitirmek gibi. Rakı öyle saygısızlığı kaldırabilcek birşey değildir adamı çarpar.. Rakı yudum yudum içilir. Gelelim Aydın Boysan üstadın bu konuya verdiği cevaba. Soruyla beraber yazıyorum..

Neredeyse 70 yıldır rakı içen biri olarak rakı içmenin adabını anlatır mısınız?

Evvela aç karnına rakı içmeyeceksiniz. En az yarım saat önce yemeğinizi yemiş, bitirmiş olacaksınız. Aç karnına içmeye kalkışırsanız, midenizi hırpalarsınız. Hem de çabuk devrilirsiniz. Bu yüzden yavaş yavaş, yudum yudum içeceksiniz rakıyı. Sonra, rakı içerken ana yemek yenmez, meze yenir. Sofraya koyulan mezelerden de birer lokma alınır tabağa; yani meze yemek de abartılmaz.

Meze konusu çok hassastır. Çünkü rakı mide için de kolay bir içki değildir.Bu yüzden insan kendi bünyesini bilmeli ona göre ağır mezeler seçmemelidir.Hayatın her anını çabuklaştıran fakat kalitesizleştiren süpermarketlerdeki hazır mezeleri tercih etmeyiniz. Çünkü mezenin o gün yapılmış olması önemli bir ayrıntıdır.Bu konuda da Aydın Boysan üstadın dediklerini hemen yazıyorum...

Beyaz peynir esastır; muhakkak olmalıdır. Bizim beyaz peynirimiz sultani bir mezedir zaten. Rakı-beyaz peyniri bizden başka bir Balkanlar, bir de Yunanlılar bilir. Deniz mahsulleri de aynı şekilde müstesnadır, rakının yanında iyi gider. Midye, karides mesela. Balık ve her türlü etten lokma alınabilir. Sonra, çoban salata da mutlaka olmalı; ama doğru dürüst yapılacak. Domatesler ve hıyarlar ince ince doğranacak. Sonra bol soğan konacak. Zeytinyağı domates, hıyar ve soğana iyice yedirilecek. Salata hazırlandıktan sonra da bir süre bekletilecek.

Böyle büyük bir üstaddan sonra kendi tercihlerimi yazmak saygısızlık olacak ama belirtmek istedim fikirlerimi. Rakıyı öyle yanında bol suyla içmem. 2 veya 2.5 dublede bir bardak su içerim yanında. Buzu sadece suya atmayı tercih ederim. Asla büyük yudumlar almam, sofrada alanlar varsa da uyarırım.Yazının bu anına kadar isim vermedim fakat Yeni Rakı,Efe Yaş üzüm Rakısı ve Tekirdağ Altın Seri sırasıyla tercihlerimdir. Meze olarak tam yağlı beyaz peynir, kavun, acılı ezme, kalamar başta olmak üzere herhangi bir deniz ürünü,iyi yapılmak şartıyla cacık sofrada tercihlerimdir.Müzik bence önemli bir ayrıntıdır. Sofrada muhabettek elbette önemlidir ama konuşulmayan zamanlarda Müzeyyen Senar, Safiye Ayla ya da sadece Mustafa Kandıralı dinlemek gerekir. Kadeh kaldırılması güzel birşeydir fakat öyle her seferinde tokuşturulmaz. Sadece toplanma amacı için bir kere tokuşturulur ondan sonra sadece kaldırılır bence.İlerleyen saatlerde konuşmaların şiddetlenmesi,ses tonunun artması pek hoşuma gitmez. Rakı sofrasına saygı olmalıdır. O sofrada rakı içiliyorsa sofradaki kadınlar hariç tüm erkekler rakı içmelidir.Belli bir düzeyden sonra bende şarkı söylemeye başlarım.Verebileceğim rahatsızlıklardan ötürü özür dilerim her zaman..

Rakı ciddi bir kültürdür. Gerekleri ve zorundalıkları vardır. Müthiş bir keyiftir. Bu kadar ayrıntı yazdım fakat farklı insanlarla farklı sofralarda paylaşımlarda bulunmak rakının keyifini bir kat daha arttırır. Yazıyı okuyupta canı çekenler ya kusuruma bakmasın ya da hemen beni arasın ilk fırsatta soframızı kuralım... Teşekkürler...


23 Haziran 2010 Çarşamba

Bestelenmiş Şiirler...

Bu yazıda hiçbir bilimsel tez öne sürmeyeceğim, keşfedilmemişin peşinde düşmeyeceğim. Attila İlhan başta olmak üzere Orhan Veli ve Sabahattin Ali’nin bestelenmiş şiirlerinden benim için değerli olanlarını paylaşacağım…

Mahur Beste, Attila İlhan’ın çok sevdiğim bir şiiridir... Hikayesi çok derin ve anlamlıdır. Şarkıda kastedilen Müjgan eski Türk dilindeki kirpiktir. Şiirin yazılma sebebi ise Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı üzerinedir… Bir Ahmet Kaya bestesi olan Mahur Beste şarkısı Eyvah Eyvah filminde de kullanılmıştır.



Mahur Beste

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı

Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara



http://fizy.com/#s/102n9y


Attila İlhan’ın bestelenmiş bir diğer şiiri de Sen Benim Hiçbirşeyimsin’dir. En bilinen şiirlerinden biridir fakat bestelenmiş halini bende çok sonradan duydum. Bir Ahmet Kaya bestesi olmuştur bu güzel şiir…



Sen benim hiçbir şeyimsin
Yazdıklarımdan çok daha az
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Lüzumundan fazla beyaz
Sen benim hiçbir şeyimsin
Varlığın yokluğun anlaşılmaz

Galiba eski liman üzerindesin
Nasıl karanlığıma bir yıldız olmak
Dudaklarınla cama çizdiğin
En fazla sonbahar otellerinde
Üniversiteli bir kız uykusu bulmak
Yalnızlığı öldüresiye çirkin
Sabaha karşı öldüresiye korkak
Kulağı çabucak telefon zillerinde

Sen benim hiçbir şeyimsin
Hiçbir sevişmek yaşamışlığım
Henüz boş bir roman sahifesinde
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Ne çok çığlıkların silemediği
Zaten yok bir tren penceresinde

Sen benim hiçbir şeyimsin
Yabancı bir şarkı gibi yarım
Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Uykumun arasında çağırdığım
Çocukluk sesimle ağlayarak

Sen benim hiçbir şeyimsin



http://fizy.com/#s/1cic25


Önce şarkı olarak tanıştığım, daha sonraları bir Attila İlhan şiir olduğunu öğrendiğim Beş Dakika Bekle Git bir Yaşar bestesidir.


BEŞ DAKİKA BEKLE GİT

Sen istinyede bekle ben burdayım
İçimde köpek gibi havlayan yalnızliğim
Çünkü ben buradayım karanlıktayım
Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git

Çünkü elimi kestim beni kan tutuyor
Şarabım bütün ekşi suyum soğuk
Yanımda olmadın mı seni daha bir çok seviyorum
Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git

Yüzünü ıslatmadan ağlayabilir misin
Yarı geceden sonra telefon ettin mi hiç
Karanlık adamlar hüvviyetini sordu mu
Ben senin olmadığını arıyorum

Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git
Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git

Bana ait ne varsa hepsi seni korkutuyor sana ait ne varsa
Hiçbiri benim değil
Belki ölmek hakkımı kullanıyorum

Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git
Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git


Gelelim Orhan Veli şiirlerine… Zülfü Livaneli’nin 2 kaset bir arada sattığı bir Best Of albümü vardı. İlk orada dinlemiştim bu şarkıyı. Çok sonraları fark ettim Gün Olur’un bir Orhan Veli şiiri olduğunu…


Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.
Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.
Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!...
Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi...



http://fizy.com/#s/1047em


Orhan Veli’nin belki de en bilinen şiiridir İstanbul’u Dinliyorum. Zülfü Livaneli de bu harika şiiri çok güzel bestelemiştir…



İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.


http://fizy.com/#s/1aj9oy




Son olarak çok sevdiğim bir grup olan Ezginin Günlüğü’nün bestelediği Ayrılış şiiridir.



Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam


http://fizy.com/#s/1gr1s2





Sabahattin Ali’nin Aldırma Gönül şiiri herhalde en bilinen bestelenmiş şiiridir. Edip Akbayram tarafından bestelenen şiirin 3.kıtası okuyunca fark edeceğiniz sebep üzerine yasaklıdır…



Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül, aldırma

Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül, aldırma

Görmesen bile denizi
Yukarıya çevir gözü
Deniz dibidir gökyüzü
Aldırma gönül, aldırma

Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allah'a
Görecek günler var daha
Aldırma gönül, aldırma

Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül, aldırma


http://fizy.com/#s/1aj3d6




Son olarak yukarıda bahsettiğim Best Of albümünde dinlediğim bir şarkıydı Leylim Ley. Sabahattin Ali şiiri olduğunu yaşımın küçüklüğü sebebiyle önemsememiştim sanırım…


Döndüm daldan düşen kuru yaprağa
Seher yeli dağıt beni kır beni
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yarin çıplak ayağına sür beni

Aldım sazı çıkmış gurbet görmeye
Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye
Ne lüzum var şuna buna sormaya
Senden ayrı ne hal oldum gör beni

Ayın şavkı vurur sazım üstüne
Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne
Ay bir yandan sen bir yandan sar beni

Yedi yıldır uğradım yurduma
Dert ortağı aramadım derdime
Geleceksen bir gün düşüp ardıma
Kula değil yüreğine sor beni


http://fizy.com/#s/14oagb



Bunlar sadece benim ilk bakışta dikkatimi çeken eserlerdi. Eminim sizin ilginizi çekecek başka şarkılar vardır. Ben bunları koydum.Fakat yer vermediğim şiirlerinde adını yazacağım.



Bedri Rahmi Eyüboğlu-Yiğidim Aslanım, Hasan Hüseyin Korkmazgil- Haziranda Ölmek zor, Acılara Tutunmak, Kemal Burkay- Gülümse, Vedat Türkali- Bekle Bizi İstanbul, Özdemir Asaf- Lavinia….



En son olarak söylemek istediğim, şiirlerimiz ucundan bucağından tutamayacağımız kadar geniş bir deniz. Geniş olduğu kadar yarattığı derinlikte içinde kaybolmamızdan başka bir çıkış yolu sunmuyor bize… Keyifli kaybolmalar....

Tatile Gitmeden..







Yoğun bir seneyi daha atlattık.. Memleket şartları da göz önüne bulundurulduğunda, bir üniversite öğrencisi için her ne kadar "en güzel zamanlarınız, değerini bilin" öğütlerine boğulsakta pek te keyfi geçmedi günler. Harçlar, vizeler, finaller derken tatile kavuştuk. Çok planlı bir tatilim olduğunu söyleyemem. Fakat birlikte olamadığım dostlarımla görüşmek, eksikliğini hissettiğim planlar yapmak kısacası anlık yaşamak üzerine kurulu tatilim... Ama 10 günlük bir deniz tatili planım var aslında.. Arkadaş grubumla yapmayı planladığımız Yayla tatili... Yayla, Saros körfezinin güzel bir yerleşim yeridir. Uzun ve temiz bir plajı vardır.. Bunlar aslında sıradan bir tatil yöresini anlatan sıfatlar fakat şehrin gürültüsünden,yoğunluğundan kaçmanın en kısa fakat verimli yolu.






Eğer benim gibi deniz kıyısında büyüdüyseniz, deniz hayatınızda önemli bir yer tutar. Denizin güzelliği, tatilin güzelliğini doğrudan etkileyen bir çarpandır. Yayla'nın denizi Saroz Körfezi kıyısı olması sebebiyle çok temiz ve soğuktur. "Temiz deniz" kavramını bir sahil kasabasında yaşamama rağmen unuttuğum düşünülürse Yayla'nın denizi hakkında bu yorumum duygusal olarak algılanmasın.. Gerçekten çok temiz bir denizdir. Handikap olarak görebileceğim tek şey denizinin taşlı olması... Çocukken pek sevmezdim taşlı denizlere girmeyi. Şarköyde yaşadığım talihsiz bir olayında etkisi var tabi. Fakat o kadar çekici bir deniz ki taşlı olması bile bu ilgimi azaltmıyor...




Geçen sene tanıştım Yayla'yla.. Küçük fakat alternatifi bol bir yer. Eğer eğlence anlayışınızı karşılayacak düzeyde bulmuyorsanız çok yakınında bulunan Erikli de emin oldun bu düzeye sahip olabilirsiniz.. Gece dışarda dolaşmak, hergün taze balıkların konulduğu balıkçı tezgahlarından akşamınızı keyiflendirmek, mavinin en huzurlu tonundayken denizin üstünde batan güneşi selamlamak Yayla için çok ta uç bir örnek değildir... Bu yaz tekrar orada olmaktan mutluluk duyacağım...

Yazının sonunda birkaç Yayla fotoğrafı göstermenin iyi olacağını düşündüm. Fotoğraflar için Dicle Öndeş'e teşekkürler...
















22 Haziran 2010 Salı

Sevgilerde..

Şiir, önemli bir yer kaplar hayatımda.. Bu yer alma serüveninde başlangıcı çokta eskiye dayanmaz. Yaklaşık 5 yıl önce başlayan küçük takipler Necdet Öztürk öğrencisi olmamla beraber -ki büyük bir şanstır benim için- ciddi bir ilgi alanına dönüştü. Kendisinin sesinden ilk dinlediğim şiirdir aslında "Sevgilerde". Özel anlamlarda içerirmiş onun için. İlk dinlediğim de çok çarpıcı gelmemişti bana mesela " Sizin hiç babanız öldü mü? Benim öldü, Kör oldum " derinliğinde değildi belki fakat okudukça her dizesi bir başka yaşanmışlığı yada yaşanabilir olduğunu farkettirdi. Bir süre sonra tanıştığım başka bir edebiyat hocası ki kendisi çok tecrübeli bir insandı. Behçet Necatigil'in üniversitede hocası olduğundan bahsetti. Hatta bu şiir üstüne yapılan tartışmaları bize aktardı. Bu kadar tarihsel boyutu olan, ve kişiler için büyük anlamlar teşkil eden bu şiirin hayatıma sindirerek oturması da pek uzun sürmedi... Bir ayrıntıda bu şiir için, bestelenmesiyle ilgili. Bu şiirleri besteleme geleneği çok gelişmiş bir durum değil aslında. Belli görüşler, ve ideolojileri olan şiirlerin aynı ideoloji temsilcisi insanlar tarafından okunmuşluğu var elbette ama son yıllarda Yaşar ve Kıraç birkaç denemede bulundular. Vedat Sakman ise benim takip ettiğim, gitarına özellikle de o çok şey anlatan sesine hayran olduğum bir insandır. Sevgilerde şiirinide pek bir hoş yorumlamış. Şiirin sonuna ekleyeceğim... Fazla konuşup değersizleştirmiyelim bu abideyi....
SEVGİLERDE

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı

Behçet Necatigil

Celtics Pride'ın sebebi

En baştan başlamak lazım sanırım. Basketbolla ilgisi olmayanları aydınlatmak için Boston şehrinin NBA'deki takımının adı Celticstir. NBA tarihinin en önemli 2 takımından biridir. 60lı yılların sonunuyla başlayıp 80 ortalarına kadar şuan da Hall Of Fame üyesi olan birçok efsaneyle şampiyonluklara imza atmıştır... Larry Bird, Bill Russell, Kevin Mchale, Bill Walton gibi daha bir çok yıldız bu takımda oynamıştır. TD Arena gibi hala klasik parke düzeni kullanana tek salona sahiptir...

Ve gelelim. Benim Celtics'li oluşuma... Basketbolu takip etmeye başlamam yaklaşık 6 yaşıma denk geliyor. Ve o zamanlar NBA de Michael Jordan fırtınası var. Şampiyonlukları, basketbolu bırakması, babasının kaçırılması, beyzbola geçişi, tekrar geri dönüşü vs vs vs... Doğal olarak bende bir Bulls taraftarı gözüküp aslında Jordan hayranıydım. Fakat San Antonio Spurs-New York Knicks final serisi benim aralıksız izlediğim ilk NBA serisidir. Tim Duncan'a olan hayranlığımda burada başlar. 2000'li yıllarn başında evime her ay giren basketbol dergileri, gazeteleri o senelerde büyük başarıları olmasada geçmişi ve mükemmel geleneği sebebiyle beni Celtics hayranı yaptı. En büyük rakibimiz Lakers Shaq& Kobe ikilisiyle 3 sene üst üste şampiyonluk yaşarken ben Celtics'li olmaya karar verdim. Çok kötü seneler geçirdik. Sadece Pierce ve 3 5 zıpır rookielerle seneler oynadık. Fakat Kevin Garnett, Ray Allen ve Paul Pierce birleşmesi umudumu arttırdı. İlk defa tuttuğum takımın çok ciddi hedefleri vardı... Ve Celtics Pride denen olguylada en büyük rakibimiz Lakers'la oynanan final serisinde karşılaştım. 20 sayı geride olduğumuz bir maçı çevirdik.. Müthiş bir geri dönüştü. Ve aynı seride Pierce sakatlanıp tekerlekli sandalyeyle soyunma odasına gitmişti fakat maç içinde sahaya geri dönünce tribünleri, oyuncuların gözlerindeki ateşi ve kendimi koltuğun tepesinde bulunca işte Celtics Pride'ı hissettim... Son 3 yılda Celtics'li olanlarada saygım büyüktür fakat bütün cefasını çektiğimiz takımın gururunu sürmekte en büyük keyifimizdir...