14 Aralık 2010 Salı

2010 İleri Demokrasi Günlüğümüz!

Halkın iktidarı anlamına gelen “demokrasi” yerli yersiz kullanımlara maruz kalan çok köklü bir kavramdır. Baştan aşağı farklı bir kültür,yaklaşım ve benimseme gerektiren “ demokrasi” biliyorsunuz ki, ülkemizde pek bir meşhur oldu. İleri demokrasiye geçiş palavraları içinde geçmişle hesaplaşma uyuşturmalarını paravan olarak kullanıp keyfi bir anayasa değişikliği yaşadık. Neydi bize anlatılan? Darbe zihniyetiyle ve darbeciler yargılanacaktı. Hatta Başbakan Grup Toplantısı’nda 80 döneminin bilindik isimlerinin adlarını istismar ederek ağladı. Mektuplar okudu ve bunların hesabının sorulacağını 8 yıldır ağzından düşürmediği ve hiçbir çözüme ulaşmayan “analar ağlamasın” idealine bir başlık olarak daha bunu açtı. Peki neler oldu? 12 Eylül 2010’da EVET çıktı sandıktan. 13 Eylül itibariyle de sayısız dilekçeler verildi. “Darbeciler yargılansın diye.” Hala bir atılım bir hareket göremesek de şaşırmıyorum. Niye mi? Bu ülkede adalet gecikmesiyle meşhurdur. “Ergenekon” sebebiyle tutuklananların arasında daha mahkeme görmeyenler, adı iddianamenin hiçbir yerinde geçmeyenler hepsi adalet bekliyorlar. Ama bu davanın savcısı benim diyen bir Başbakan’ın olduğu hukuk düzeninde kaldı ki kararları da “özgür” mahkemelerin vermesi bir süre daha alacaktır. Bu yüzdendir ki 5-10 yıl öncesiyle hesaplaşamayan bir ülke kaldı ki 30 yıl öncesiyle hesaplaşacak. Atı alan Üsküdar’ı geçmiş atasözü ne kadar da anlamlıdır. Darbe sonrası zimmetine para geçiren generalleri yargıladıktan sonra haksız yere tutuklanmış, hayatının geri kalanında “fişlenmiş” olarak devam etmiş, anasının babasının bir tokat atmaya kıyamadığı çocuk hunharca işkence görmüş o zamanın gençlerine iade-i itibar yapacak mısınız? Diyelim ki yaptınız. Bu hangi annenin acısını alır. Hangi insanın kaybolmuş yıllarını geri getirir.



Ve zaman yine bizi yöneten zihniyetin ne derece gençlik düşmanı olduğunu, farklı bir sese tahammülü olmadığını gösterdi. İleri demokrasi naraları attıktan çok değil 3 ay sonra Başbakanın Üniversite Rektörleriyle yaptığı toplantıyı protesto etmek amacıyla toplanan bir gruba neler yapıldığını gördük. Bu gençler ne istiyordu peki? Üniversiteler bizim yaşadığımız, öğrenim gördüğümüz, yemek yediğimiz, öğrendiğimiz yerler. Ve buraların sorunlarını bizlerle de konuşmalısınız. Yani üniversitelerin önemini bir kenara bırakıp başka bir yönden bakalım. Taksicilerin sorunlarını görüşmek için Şöförler ve Otomobilciler Federasyonu’yla görüşmek tabi ki mantıklıdır. Ama bir de taksicilere sormak lazım gelir sıkıntıları, sorunları.
Konumuza dönersek bu isteğine olumlu cevap alamayan gençler toplantının yapıldığı yerin önüne gelip slogan atmak istediler. Emniyette bu gençlerin oraya gitmelerini engellemek için zor kullandı, zorbalık yaptı, cinayet işledi. Ne derseniz diyin. Genç bir kız darbeye bağlı olarak bebeğini düşürdü, dişleri kırılanlar oldu, sorguya sağlam girip burnu kırık çıkanlar oldu. Bu iğrençlikleri anlatıp bu işi yapan canavarların varlığını bile anmak istemiyorum. Bu olay daha tazeliğini korurken de Mülkiye’de yapılan bir Anayasa Söyleşisi’nde önce Süheyl Batum protesto edildi. Daha sonra söyleşiye katılan Burhan Kuzu’ya yumurtalar atıldı. Burhan Kuzu’nun ettiği hakaretleri saçma isteklerini falan geçiyorum.



Şimdi vaat edilenler ve 12 Eylül 2010’dan sonra olanlar temel olarak bunlar. Bunun dışında “ Parasız Eğitim İstiyoruz” diye pankart açan üniversite öğrenciler 9 aydır tutuklu bulunuyorlar ve dava bugün yine 6 ay ertelenmiş durumda. Ya da Başbakan’a bir toplantıda Youtube’un kapalılığıyla ilgili sitemde bulunan bir genç 2 bin lira civarında cezaya çarptırıldı. Bunlar uzar gider. Özet olarak şunu demek istiyorum. İleri demokrasi vaatleri, göz boyamaktan başka bir şey değildi. Çünkü hayatlarının hiçbir anında demokrasiyi yaşamamış, farklı sese tahammül edemeyen ve artık son çırpınışlarıyla o farklı sesleri susturmaya çalışan bir iktidarın değil demokrasi kendi oy oranından başka düşünecek hiçbir şeyi yoktur. Yoksa bu yumurta atan gençlere 2 yıllık hapis istemiyle dava başka niye açılsın ki? Ne denir hep: “ Adalet ve Demokrasi gün gelir herkese lazım olur.”


Aybars Aksu 15.12.2010

10 Kasım 2010 Çarşamba

10 Kasım

Eminim gün boyunca çok şey okumuş, izlemiş, dinlemişsinizdir. Bugün beni en çok etkileyen bir fotoğraf ve bir cümleyi paylaşacağım. Herkesin önüne ışık tuttuğuna inandığı Mustafa Kemal'i başkadır. Onun ışığından faydalanmak istemeyenler kendi karanlıklarını bu memleket topraklarına işleyemeyeceklerdir...

Önce fotoğrafı yayınlayıp altına da cümleyi yazacağım.








Cumhuriyet dediğin, korkak babalar tarafından kaybedilir, yürekli evlatları tarafından geri alınır...

Hatırla Sevgili-Eylem Aktaş

Hatırla Sevgili... Ne güzel diziydi değil mi? Hiç bir bölümü kaçırmadan izlediğim, daha tam oturmamış dünya görüşüme son şekillerini veren, sıcaklığını,duygusunu fakat gerçekliğinide kaybetmeyen o harika dizi...

Dizinin müzikleri de çok meşhur olmuştu. Albümü de çıktı yanlış hatırlıyorsam. Dizinin en can alıcı yerlerinde sesiyle içe akıtılan yaşları dışarı çıkartıp ağlatan bir ses vardır. Dizideki şarkıları söyleyen isim Eylem Aktaş. Çok özel bir sesi olduğuna diziyi izleyenler zaten kanaat getirmiştir.

Bu yazıyı yazma amacım ise, uzun zamandır sesini duymadığım Eylem Aktaş'ın söylediği "Söyleyemedim" şarkısını duymamdır. Daha önceleri birçok insan söylemiş bu şarkıyı. Eylem Aktaş yine bir dizide söylemiş, fakat kendisinden önce söyleyenleri yeterince utandırmıştır sanırım. Çok dokunaklı geldi bana. Sözlerini yazıyım. Fizy'de hata veriyor. Diğer söyleyenlerden dinleyebilirsiniz ya da bildiğiniz diğer yöntemleri kullanabilirsiniz. ( Kimseyi indirmeye teşvik edemem :) ) Bana düşündürdüğü çağrıştırdığı birşeyi iliştirmeyeceğim yanına. Tadını çıkartalım şarkının daha iyi...




Düşlerde sevdim seni söyleyemedim
Sessiz öptüm nefesini söyleyemedim

Sana ben şiirler sözler büyüttüm
Sana ben baharlar yazlar büyüttüm
Sana ben hummalı gizler büyüttüm
Söyleyemedim

Şarkılar yazdım sana okuyamadım
Hep yanımdaydın oysa dokunamadım

Sana ben hayaller düşler büyüttüm
Sana ben gözümde yaşlar büyüttüm
Sana ben hummalı aşklar büyüttüm
Söyleyemedim

Fenerbahçe Ülker-Spahija-Tanjevic-Aydın Örs-Euroleague

Geçtiğimiz sene gruptan çıkmasına kesin gözle bakılan Fenerbahçe Ülker grubu son sırada bitirmişti. Hatırlarsınız ki geçtiğimiz sene 500-1000 kişi taraftara oynayan Fenerbahçe'ye Euroleague yönetiminden ihtar gelmişti. Eğer bu seyirci sayısını arttırmazsa sözleşmesinin yenilenmeyeceğini belirtmişlerdi.Peki 1 sene önce 500 kişiye oynanan Siena maçı bu akşam nasıl olmuştu da 15.000 kişiye oynanmıştı? Ya da nasıl olmuştu da geçtiğimiz sene 40 sayı fark yediği Barcelona ve Siena'yı devirmeyi başarmıştı. Nasıl olmuştu da iki takımıda 70 sayının altında tutmuştu? Barcelonayı deplasmanda yendiğini ve sadece 61 sayı yediğini ayrıca belirtelim.

Aslında çok belirli ve net cevapları var. Öncelikle taraftar mevzsuna değinirsek; Fenerbahçe taraftarı takımı hangi branşta mücadele ediyorsa bir şekilde desteğini gösterir. Bunu bayan basketbolu, bayan-erkek voleybolu gibi branşlarda defalarca gördük. Peki neden bu kadar ciddi bir kadroya sahipken, takımla arasında her zaman müthiş bir bağ olan taraftar neden küsmüştü. Sebebi çok açık. Tanjevic'in varlığı artık tribünlere gelen insanları basketboldan soğutmuştu. Son 6 maçtan alınacak herhangi bir galibiyetle üst tura çıkmayı garantileyecek olan Fenerbahçe Ülker hiç galibiyet alamayınca da artık tüm bağlar kopmuştu.

Yeni sezonda Fenerbahçe Ülker çok köklü değişiklikler yaptı. Öncelikle adını buraya yazarken bile çekindiğim, saygımı nasıl anlatacağımı bilemediğim Aydın Örs'ü Direktörlüğe getirildi. Aydın Örs'ün Türk basketboluna kattıklarını, kazandırdıklarını, hem başarı olarak hem de oyuncu olarak saymakla bitiremem. Tanjevic'le yollar ayrılınca Spahija baş antrenörlüğe getirilirken, geçen sene Tanjevic'in yokluğunda takımı şampiyonluğa taşıyan ve kesinlikle güven veren Ertuğrul Erdoğan yardımcı antrenörlüğe devam etti. Fenerbahçe Ülker'in efsane ismi olan Damir Mrsic menajerliğe getirilerek hem oyuncular ve teknik kadro arasındaki bağ güçlendirilmiş hem de taraftarın gönlü yapılmıştır. Bu büyük revizyon Fenerbahçe Ülker'e en başında "winner" bir takım olma özelliğini kattı. Fark,rakip kim olursa olsun savunmada gevşememe, özellikle guard savunmasında belkide en iyi oyunculara ( Ömer Onan, Marko Tomas, Terrence Kinsey ) sahip olması sebebiyle müthiş bir direnç getirdi.Spahija Siena maçından sonra sorulan sorulara özet olarak; takımın buralara gelmesini zaten beklediğini çok da şaşırmadığını söyledi. Bu özgüveni takıma aşılaması sadece 5 ayını aldı Spahija'nın. Tanjevic'in yıllardır veremediği o özgüven bugün 5 dk süre alan Kaya Peker'de de var, geçtiğimiz sene gitmek için gün sayan Greer'da da. Vidmar bir hata yapınca binlerce kişi içinde onu azarlayıp onu oyundan düşürmek yerine motive etme özelliğini kazandı Fenerbahçe Ülker. Ve bugün takımın hırsını, motivasyonunu, arzusunu gören taraftarlar bu yüzden oradaydılar.

Kadro değişikliğine gelirsek; Ömer Aşık ve Semih Erden NBA'ye gitmeyi tercih ettiler. Geldiğinden beri doğru düzgün katkı alınamayan Gordon Gricek'le yollar ayrıldı. Yerlerine Real Madrid,Cibona Zagreb ve Hırvatistan Milli Takımı gibi backgroundu olan Marko Tomas, Real Madrid patentli Lavrinovic, Kaya Peker ve Engin Atsür gibi yerliler alındı. Lavrinovic ve Tomas tecrübeleriyle, caydırıcı özellikleriyle rakipleri kendilerine önlem almak zorunda bırakıyorlar. Bu da geçen sene neredeyse bütün maç sahada kalan ve sorumluluğu üstüne almak zorunda kalan Ukic'i biraz daha rahatlattı. Kinsey'in arzusu aldığı toplarda potaya gitmeyi düşünmesi de Fenerbahçe'nin çok silahlı hücumlarına sahip olmasını sağladı.Mirsad Türkcan,Oğuz Savaş ve Ömer Onan'ın aldıkları dakikalardaki bitmeyen enerjilerini oyuna vermeleri çok önemli. Eğer Preldzicde bu rotasyondaki yerinin hakkını verirse adını bile anamayacağımız Final Four çok uzakta değildir. Her geçen gün üstüne koyan Fenerbahçe Ülker taraftarlarına artık bu hedefi dillendirme gururunu yaşatıyorsa Sinan Erdem her maç 15.000 seyirciye yaklaşmalıdır...

5 Kasım 2010 Cuma

Gökhan Tepe-Birkaç Beden Önce...

Gökhan Tepe, sesini ve şarkılarını çok sevdiğim bir şarkıcıdır. Benim için çok özel anlamlar ifade eden şarkıları vardır. Canözüm ve özellikle yaklaşık 2 yıl boyunca günde defalarca dinlediğim İnsanoğlu şarkısı. Dün gece ilk defa dinledim bu şarkıyı. Yorumu sözlerin sonunda yapacağım zaten. Başka birşey söylemek istiyorum. Geçen gün bir arkadaşıma söylemiştim. Bu aralar pek gereksiz,sulu gözlü bir adam oldum çıktım diye. Dün gece "o kadar oldu mu sahi" dediğinde Gökhan Tepe çok garip bi irkilme geldi üstüme. Başka şeylerle ilgilenip dinlemek istemedim. Bir kaçış aradım belki şarkıdan. Çünkü biliyordum bana neleri hatırlatacağını. Ama çok geçti. Defalarca dinledim. Sözler teker teker içime işledi. Uyumaya çalıştığımda saat 05:00 çoktan olmuştu. Ve adım gibi emindim rüyamda görceklerimden. Yanılmadım... Ve sabah uyandım tek bir an ve tek bir söz vardı aklımda. Sahiden unuttuk mu? Tutunca başka ellerden...



Şarkını sözlerini bir de beni nasıl çarptığını yazalım...










O kadar oldu mu sahi
Yıllar mı gecti üstünden
Sadece bir kaç yalan önceydi sanki son görüşmemiz
Sahiden unuttuk mu? tutunca başka ellerden
Belki de bir kaç beden önceydi senle
Son sevişmemiz
Kimlerden ayrıldık
Kime döndük yüzümüzü
Yalandan sevmelerle kapattık gözümüzü
Durup bir an sorsaydık kalbimize ikimizi
O yalan soylemez saklardı bizi
Ben çok sevdim gözbebeğim
Her ne yaşadıysan fark etmez
Sıkılırsan kaç gel yanıma
Benden sana zarar gelmez
Çok sevdim gözbebegim
Her ne yaşadıysan fark etmez
Sıkılırsan kaç gel yanıma
Benden sana zarar gelmez






Üstünden çok yıllar geçicek bir hayatım olduğunu hiç düşünmedim. Çünkü hepi topu 20 yaşını doldurmuş biri için geçmiş aslında çok da uzakta değildir. Fakat nasıl onunlayken geçen zamanın hızını kontrol edemediysem, sanki dün gibi hatırladığım vedalarımızı, onsuzken geçmeyen zamanların ilk gözlerine baktığım andan itibaren nasıl su gibi aktığını düşünürsem aslında onsuzlukta zaman yine çok hızlı geçmiş. Son görüşmemiz yalanlar üstüne kuruluydu. Sanki eski zamanlarındaydık. Görüşmek için söylenen küçük yalanlar. Nerede yakalanmayızın araştırmalar... Sanki çok farkediyordu. Gözlerine bakabildiğim ilk an, ellerini tutup hani o sıcaklığını hissettiğim ilk an, sanki kendi elimin diğer elimi tutmuşçasına tanıdık gelen tenine dokunduğum ilk an, nerede, nasıl olduğumu umursamayı çoktan bırakmış oluyordum. Şimdi düşünüyorum da aynı sıcaklığı, kendi teninmiş hissini gerçekten başka birinde duyabiliyormusun? Yada dudaklarımızın ilk kavuşma anındaki titremeyi yine yaşıyabiliyor musun? Son sevişmemizin kaç beden önce olduğunu ben unutmak için elimden geleni yaptım. Senin için bu kadar önemli mi hala? Hayatlarımıza girip çıkan insanlar yalandan sevmeler miydi, yoksa gerçekten her bir noktasında benim olduğum kalbin mi söyledi onları sevmeni? Yokmuydu derinde bir yerde hala benim adımı söyleyen? BİZDEN sonra neler yaşadıysan, kimler kırdıysa, üzdüyse seni farketmez. Ben ömrümün sonuna dek seni dinleyebilecek, huzurumu paylaşabilecek bir eski hatıra olarak bekliyor olacağım. Ben çok sevdim gözbebeğim...

24 Ekim 2010 Pazar

Merhabalar,

Planladığım bir konu vardı aslında. Kafamda kurguluyordum fakat buraya ne zaman hazırlanmadan birşeyler yazsam daha çok aklıma yatmıştır. Bu yüzden bir kaç cümle saçmalayacağım izninizle.

Çok karşı olduğum bir şey vardır. Belli bir zamanda yapılmış fedakarlıkların zor bir günde hemen ortaya dökülmesi. Fedakarlığın içini pek bir boşaltan durumdur. Elbette insanı üzer, ona inandığın için göze alırsın bazı şeyleri fakat bunu haketmeyecek biri olduğunu farkettiğinde ya da artık o bunu saklayamaz hale geldiğinde çok geç olmuş olur.

Peki fedakarlık yapmaktan mı vazgeçelim? Elbette hayır ama bilelim ki insanlar egolarını tatmin etmek uğruna aklımızın alamayacağı kadar alçalabilirler. Fakat hep aynı şeyi yaşadım, sanırım da değişmez bir kaide olacak bu. Gün gelince ben içim rahat, gönlüm huzurlu bakarken ona o kafasını nereye çevireceğini şaşırıyor. Üzülüyorum aslında. Çünkü gerçekten inandığım için hayatıma bu denli soktuğum birinin sadece bir ego tatmini amacı taşıdığını öğrenmek iç burkucu. Ama gün olup devran elbet dönüyor. Yüzüne bakamayacağım kimse olmadığı için çok huzurlu uyuyabiliyorum her gece.... İyi geceler.



Bu şarkıyla bitirelim yazıyı!!


http://fizy.com/#s/1ahiso

21 Ekim 2010 Perşembe

Böyle Bir Kara Sevda

ne cıkar bahtımızda
ayrılık varsa yarın
sanma kı hıkayesı su tıtreyen dalların
dusen yaprakla bıter
boyle bır kara sevda
kara toprakla bıter



aglama olma mahzun
gulerek bak yarına
sanma kı guzellıgın o ıpek saclarına
dokulen akla bıter
boyle bır kara sevda
kara toprakla bıter




Toprağın bile bitiremeyeceği sevdaların şerefine olsun... Gün gelsin beni de bulsun...

13 Ekim 2010 Çarşamba

Bu geceyi yazısız geçmek olmazdı... Ne kadar efsane bir grup olduklarından hiç şüphe duymuyordum fakat insanın her ruh haline hitaben yaptıkları şarkıları teker teker onlardan duymak büyük bir keyifti... Emin olun aklınıza ilk gelen MFÖ şarkısını söylemişlerdir.

Yazıyı yazma sebebime gelirsek; her şarkısını sevdiğim bu grubun tek bir şarkısı içimde birkaç teli titretir. Sarı Laleler... Önce bir sözleri yazalım sonrada bana ne anlam ifade ediyor 2 3 cümleyle başınızı ağrıtalım biraz.





Uykulu gözlerle döndüm rüyamdan,
Sana sarı laleler aldım çiçek pazarından...
Sen olmasan.. buralara gelemezdim ben...
Sevemezdim bu şehri, anlamazdım dilinden...
Nasıl bir sevdaysa bu, karşı koyamam...
Dayanamam, kıskanırım seni, paylaşamam...
Satırlar uçar gider aklımdan...
Sana sarı laleler aldım, çiçek pazarından...

Uykulu gözlerle döndüm rüyamdan,
Sana sarı laleler aldım çiçek pazarından...
Sen olmasan.. buralara gelemezdim ben...
Sevemezdim bu şehri, anlamazdım dilinden...
Yeniden başlasam, bu sefer korkmadan...
Koklayıp birbirimizi çöpe atmadan...
Satırlar uçar gider aklımdan...
Sana sarı laleler aldım, çiçek pazarından...





Kadınlar için önemlidir ya çiçek almak. Özel hissederler kendilerini, hatıra olarak saklarlar. Kendi adıma konuşursam bence bir erkeğin bir kadına çiçek alacak hoşluğu hissetmeside önemlidir. Türü, miktarı, fiyatı değildir aslında o çiçekteki anlatım. Sadece o günü hatırlatacak küçük bir simge. Mesela bir sarı lale...

Bazen çok daralsam da isyan edecek seviyeye gelsem de hiçbir zaman kopmayı aklımdan geçiremem İstanbul'dan. Bana en büyük kayıpları da en unutmayacağım zorlukları yaşatsa da bu gece olduğu gibi Sarı Laleler çalarken yağmurun hızını arttırıyor ya işte bir daha aşık oluyorum şehre.

Bana bu kenti, bu yağmuru, bu şarkıları sevdiren herkese teşekkürler...

11 Ekim 2010 Pazartesi

Devinim ve Yüzün

Meşhurdur benim uyanır uyanmaz dilimde bir şarkı olması. Bütün gün üstüne ne dinlesem de değişmez o şarkı. Fakat son 2 gündür başka bir formata geçtim. Artık 2 şarkıyla uyanıyorum. Sırasıyla Feridun Düzağaç-Yüzün Yaşar- Devinim. Benim Yaşar hayranlığım bilindik bir durumdur.Bilmediğim çok az şarkısı vardır. Hayatımda anlam taşıyan çok günlerde illa bir Yaşar şarkısın uymuştur duruma. Fazla konuşmayaym ben de iki şarkınında sözlerini yazıp fizy linklerini veriyim.




FERİDUN DÜZAĞAÇ- YÜZÜN




Kaç kurtar kendini,
Ben oyalarım; git
İçimde ne varsa sana alışan
Hiç olmamıştı belki

Hayat yalanlar bizi
Dilerim güçlüdür zaman bu acıdan

Dokunsam da özlesem de aynı hüzün... Aynı hüzün
Bir adam bul kendine sana aynalar tutmasın
O kadar güzel yüzün; içime bakmasın
Seni korkutmasın
Özlesen de arasan da kendine sakla

Herkes herşey senin olsun
Bir beni yasakla tek beni yasakla



http://fizy.com/#s/1ahm27




YAŞAR-DEVİNİM



Gel zaman git zaman
Herşeyi sildin zaman
Dur artık geçme böyle
Bak bitiyor aşklarım



Bak yine gözlerim
Dolu dolu oldu birden
Şu evde ben üşürken
Tam seni düşünürken
Yalnızlığım geldi yine aklıma



Yüreğimde döner bir şey
Hani bazen olur ya birden
Aklıma gelirsin diye
Aklım başımdan gider
Çırpınır kalbimde devinim


http://fizy.com/#s/1lt7ek

10 Ekim 2010 Pazar

Kaç Zamandır Niye Yapmamışım?

Ortaokul,lise zamanlarımda yürümeyi çok severdim. Bazen uzun mesafeleri bile yürümekten keyif duyardım. Çünkü ayaklarım otomatik hamlelerle giderken ben aklımdan çok şeyler geçirirdim. Fakat Öss senesiyle beraber hayatıma katılan acele etme, bir yerlere bir şeylere yetişme durumu yürümekten epeyce uzaklaştırdı beni. Bir gün kavuşacağımız belliydi o da bu haftasonuna denk geldi.

Beşiktaş'tan evime dönüyordum. Serin, hafif yağmurlu, fazlasıyla puslu bir İstanbul günüydü. Otobüsle sahilden evime çıkarken bir anda bu havanın tadını çıkartmak geldi aklıma. Arnavutköy tarafında indim. Sahilde yürümeye başladım. Sanki o puslu hava , yağmurla beraber kokusunu değiştirmişti denizin. İyot kokusu gitmiş, deniz hasret kokuyordu. Eksik kalmış aşklar, ağızdan çıkamamış yutkunulmuş "Gitme" haykırışları vardı o kokuda. Arnavutköyden Bebek Sahiline gelene kadar her yerde aynı hasret kokusu vardı. Sahilde bir bankta oturup kitabımı, mp3 ümü ve bisküvimi çıkardım. Bu hasret kokusunu, yutkunulmuş aşkları, ya da başlaması umut edilen fakat cesaretsizliklere kurban gitmiş sevdaları unutmaya çalışıyordum. Aklıma gelmemelilerdi, doğru zaman değildi bu. Bu amaçla başladım okumaya. Haliçte Yaşayan Simonların son sayfaları geldikçe mp3 üm sanki bana inat en hassas şarkıları buldu ve kitabı bana o sahilde bitirtmedi. Beni ayaklandırdı ve tekrar yürütmeye başladı.Sahilde balık tutanlar, çaylarını demleyip içen emekli amcalar, onlar hep oradaydı. Misafir gibi hissettim kendimi ve onun utangaçlığıyla yüzümde naif bir gülümsemeyle geçtim yanlarından ta ki sevgilisinin gözlerinin içine baka baka şiir okuyan o çocuğu görene kadar. Bilerek mi seçti bilmiyorum ama bence İstanbul o banktan bir başka güzel. Oraya oturunca sanki diğer banklara hiç gerek yokmuş düşüncesine kapıldığımı hatırladım. Kim bilir belki onlarda bunun farkındalardı. Çocuk şiiri ezberlememiş, çalışmamış. O şiiri almış yüreğine harf harf, çizgi çizgi kazımış. Yanlarından geçerken duyduğum sözleri düşündüm, şiiri baştan sona bir kez daha düşündüm. Hani hasret kokusu duyuyordum ya yutkunulmuş "gitme" haykırışları... Ben birde söylenememiş aşk sözcükleri, insanın ağzından dolu dolu çıkan " seni seviyorum" lar duyuyormuşum. "Anlatamıyorum" derken çocuk aslında içinde ne ilan-ı aşklar, ne hayranlıklar ne fedakarlıklar haykırıyordu kim bilir. Emirgana geldiğimde bu şiiri okuyordum kendi kendime.



ağlasam sesimi duyar mısınız
mısralarımda
dokunabilir misiniz
göz yaşlarıma, ellerinizle

bilmezdim şarkıların bu kadar güzel
kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
bu derde düşmeden önce

bir yer var, biliyorum
her şeyi söylemek mümkün
epeyce yaklaşmışım, duyuyorum
anlatamıyorum

ORHAN VELİ KANIK


Umarım çok tatlı bir çift olmuşlardır....
Merhabalar,
Çok uzun zamandır buraları ihmal ettiğimin farkındayım. Geçerli sebeplerim olduğuna emin olabilirsiniz. Yazmayı düşündüğüö konulardan bahsetmiştim fakat Erdal İnönü yazısından vazgeçtim. Çünkü herhangi bir blog da anlatılamayacak kadar özel ve güzel bir hayatı ben kendi derin olmayan bilgilerimle hırpalamak istemedim. Fakat spor kültürü yazısının üstünde önemle duruyorum. Çok uzun yazılabilecek bir konu olmasına rağmen, aslında işi çok uzatma peşinde değilim.


Cuma akşamı Almanya Milli Takımıyla bir maç yaptık. 3-0 gibi çok net bir skorla yenildik. Oynadığımız şey eminim ki futbol değildi. Fakat dikkat ettiyseniz gazetelerde konuşulan tek olay Mesut Özil'in gol sonrası sevinmemesi, niye Almanya Milli Takmını seçtiği vs.

İnsanın doğduğu yer mi yoksa doyduğu yer mi memleketidir diye bir söz vardır ülkemizde. Doğduğu, doyduğu, Mesut Özil olduğu, Real Madrid'e transfer olduğu bir ülkeyi Milli Takım olarak tercih etmesi niye yadırganıyor çözemiyorum. İşin içine siyasetçiler giriyor bir de. Mesut Özil'in şu hale gelmesinde bu ülke topraklarından ne gibi bir yarar çıkmış. Türkiye sınırları içinde futbol oynamışlığı bile olmayan, hiçbir kulüple uzaktan yakından alakası olmayan bir oyuncu hakkında sadece genetik mirası üzerinden nasıl böyle bir hak iddaa edebiliyoruz?

Gelelim başka bir bakış açısına. Almanya devşirme sistemini son yıllarda fazlasıyla kullanıo. Khedire, Mesut, Podolski vs. Ve bu saydığım isimler Almanya Milli Takmı'nı üst seviyeye taşıyorlar. Devşirme sistemi bizim ülkemizde çok çeşitli spor dallarında kullanılıyor. Bildizğiniz üzere atletizm de Elvan, basketbolda Ersan, futbolda Aurelio en bilindik örnekler. Peki masa tenisi şubemizin neredeyse baştan aşağo Çin'li sporcuların devşirilmesiyle oluşmasına ne diyorsunuz? Hiç bir başarımızı duydunuz mu peki masa tenisinde? İşte ben bu tip devşirmeye karşıyım. Evet Ersan bizi üst seviyeye taşıdı. Aynı şekilde Elvan da Alemitu Bekele de. Ama genç sporcularımızın önünü kesecek devşirmeleri sadece günü kurtarmak için neden kullanıyoruz? Bu ülke eğer bir Mehmet Aurelio yetiştiremiyorsa biz gerçekten yapmayalım bu işi. Necip Uysal neresinden bakarsan bak 2 tane Aurelio eder. Valencia da ilk 11 çıkan Mehmet Topal'ı görmeyen bir zihniyetten beklenmeyecek hamleler tabi ki.

Peki bizim sorunumuz ne? Çok açık ve net söylemeliyim ki bir spor kültürümüz yok. Bir haftasonunda kimse ailesini alıp öğlen bir voleybol maçına, akşam üstü hoş bir basketbol maçına akşamda futbol maçıyla gün geçiren bir yaklaşımımız yok. 2010 Dünya Basketbol Şampiyonasında bildiğiniz gibi bütün biletler neredeyse satılıydı. Bizim maçımızın olduğu günde bizden önceki maçlar boş salona oynandı. Günlük kombinesi olanlar bu maçları izlemeye gelmediler. İşte sorun bu. Biz sadece taraftarız. Seyircilik, izleyicilik bize çok uzak kavramlar. Halbuki farkında değiller ki bu turnuvayı bu ülkede bir daha 40 seneden önce izleme şansları yok. Ama biz kazanmaya odaklamışız kendimizi. Hiçbirimizin aklında galbiyet dışında ne kazandık ya da kaybettiğimiz günlerde neleri kazanabildiği düşünmek yok. Dünya ikinciliği tarifsiz bir başarıdır. 2004'ten beri söylenen söz 2010 da istenilen başarı yakalanacaktı ve oldu.Önce buraya gelirken ki kayıplara bakalım. Sonrada bunda sonra olacaklara. Öncelikle Tanjevic göreve gelince gençleştirme hamleleri geldi. Barış Hersek, Hakan Demirel , Cenk Akyol gibi oyuncular 2010 da takımı taşıyacak iskelette ciddi roller üstlenecekti. Hakan Demirel çok büyük maçlarda ilk 5 çıktı, çok iyi süreler aldı. Barış Hersek aynı şekilde harika fırsatlar buldu. Fakat bu şampiyonanı kadrosunda yoktular. Tek sebebi sizce oyuncuların kendileri mi? Yani Milli Takımda ilk 5 çıkardığı bir oyuncuyu kulübünde kadroya almayan bir Tanjevicin hiç mi suçu yok? Ya da kadroya çağırıp her seferinde gönderdiği Cemal Nalga gibi bir ribaunt savunma gücünü neden hiç farketmek istemedi? Her ne kadar kötü bir sezon geçirse de 1 sene boyunca eline top almamış Kerem Gönlüm ve Ömer Aşık mı daha mantklı seçimdir yoksa Ermal Kurtoğlu mu?

Bakın sorun isimlerde değil, zihniyet, günü kurtarma telaşı. Son olarak birkaç branştan isimler yazacağım lütfen dikkat ediniz bu isimlere. Futbol: Anıl Dilaver, Onur Bayramoğlu, Okan Alkan, Furkan Özcal Basketbol: Enes Kanter, Deniz Kılıçlı, Görkem Sönmez, Furkan Aldemir, Birkan Batuk, Melih Mahmutoğlu, Erbil Eroğlu, Maxim Mutaf, Berkay Candan, Şafak Edge. Eğer bu saydığım oyuncular o yersiz devşirme ve yabancı hayranlığı baskısına maruz kalmazlarsa emin olun bu ülkenn spor tarihine adlarını yazdıracaklardır. Teşekkür ederim...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Uzun zamandır uğrayamıyorum buralara. Çünkü tatil,yaz okulu ve işi aynı anda yönetmek gibi bir macera içindeyim. Ama hazırlıklarım var. Erdal İnönü, Neye EVET, Neye HAYIR ve son olarakta küçük bir spor kültürü yazısıyla geri döneceğim.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

BAK YEŞİL YEŞİL

Kapat gözlerini; kimse görmesin,


Yalnız benim için bak yeşil yeşil,


Gözlerin kimseye ümit vermesin,


Yalnız benim için bak yeşil yeşil.




Seni öyle sevdim ölürcesine,


Tanrının yazdığı şiircesine,


İçimden geçeni bilircesine,


Yalnız benim için bak yeşil yeşil

http://fizy.com/#s/1aj0r5



Yorum yapmadan yayınlıyorum. Linkte bu şarkıyı en iyi söyleyen sese aittir...

15 Temmuz 2010 Perşembe

Mehtap








Bugün kafamda kurguluyordum ne yazmak istediğimi? Bir yakamoz yazısı yazacaktım. Fakat tamamıyla rastlantı sonucu bir sohbette öğrendim ki yakamoz denilen şey bir deniz canlısıymış. Bu deniz canlısının yaydığı ışıktan esinlenmişiz.Çok derin anlatımları olan ve karşılaşılması güç bir durummuş. Ay ışığının denize vurması diyerek biz bu kelimyi doğal olarak hayvanı da harcamışız. Ay ışığının denize vurmuş ve buram buram huzur kokan görüntü ise mehtaptır. Ben yakamoz hakkındaki bu hataları bilmiyordum o yüzden bu bir mehtap yazısı olacak...

Mehtap, aydan denize yansıyıp sanki uçsuz bucaksız giderken, ters istikamette de insanın içine işler. Öyle bir huzur verir ki uzaktaki sevgiliyi nerde olursa olsun o ışık gibi süzerek yanına getirir. O parlaklığıda belki bu kavuşturmaya vesile olmanın verdiği gururdandır. Çünkü herkes yakamozun tam yansıdığı yerde olduğuna inandırır kendini. Çünkü sevgili kaç kilometre uzakta olursa olsun ondan geriye kalmış,tanıdık bir mutluluk var orada. Kumlara oturup, belkide geriye doğru yaslanıp düşünmek,hayal kurmak ve hatta o hayallerin gerçekleşme ümidiyle dolmak ,gecenin o saatinde sevgiliyi düşünmek... Kısacası umut etmek.













Buluşma yeridir o mehtap. Verilmiş sözlerin gerçekleştirildiği yerdir. Hiç olmazsa onu veya hatıraları anmak için bir buluşma noktasıdır. Şerefine içilen soğuk bir biranın mezesi de olsa bu hatıralar aslında seni oraya getiren en büyük unsurdur.

O mehtabı kendine zehir etmemekte önemlidir. Düşünmeyide, sevgiliye yanında hissetmeyide,hatıraları dinlemeyide kendi içinde yapacaksın. Kimse bilmeyecek senin ne düşündüğünü. Sana ve kendi içindekine özel olacak o mehtap. Sadece sen istediğin için orda var tatminini yaşamak için. Doğaya hükmedemeyiz fakat ricamızı kabul ettirmiş gibi görebiliriz.













Yazıyı bitirirkende bugün çok değer verdiğim bir insann blogunda gördüğüm ve çok sevindiğim bir efsanenin harika şarkı sözleriyle bitireceğim.



MEHTAPLI GECELERDE


Mehtaplı gecelerde hep seni andım ah


Belki gelirsin diye boş yere yandım ah


Yeter Allah’ım yeter çektiğim çile ah


Belki gelirsin diye boş yere yandım ah

Müzeyyen Senar

13 Temmuz 2010 Salı

Hiç düşünmediğim bir yazıydı aslında.. Çünkü yazması güç birşey... Herkesin hayatında var olan ama yapması da göğüslemeside zor bir konu. Yalan!... Belki daha ağırı aldatılmak. Aslında bana yazdıran kavramın adı" yalanı,yalanla örtmek". Merak etmeyin ilk defa yaşamıyorum. "Canım" dediklerimden defalarca ve yıllarca gördüm bunu. Öyle ağır ki insanın en canından en kendine idol belirlediğinden bunları yaşamak, daha beteri yok dedim hep. Her zaman daha beteri de oldu. Küçük yalanlara bile tahammülüm kalmadı. Hiç mi yalan söylemedim ya da söylemiyorum? Elbette söylüyorum. Ama kimseye umut dağıtmıyorum, çocukluğunu boş beklentilerle şekillendirmiyorum. Ve artık gözünü benden kaçıran, mimikleri değişen herkesin yalanını çözebiliyorum. Öyle iyi bir özellik falanda değil emin olun. Çünkü haykırmak istiyorum " Yalan söyleme" diye ama çıkmıyor ağzımdan. Dedim ya benim bi tarafım bu yalanlardan öyle çekti ki artık benden koptu. İçtiğim suyu bile yaşan düşünüyorum orada. Ve oradan koptukça kendimi diğer tarafıma adadım resmen. Ömrümü vermeye de hazırdım. Bütün planlarımı,hayallerimi onlarla büyüttüm. Her artık benden buraya kadar dediğimde hep bi ses vardı kulağımda "Vazgeçme"... Vazgeçemiyorum. Ama oradan gelecek en küçük darbeleri bile kaldıramıyorum. Benim çocukluğumu bir boş hayale hayale döndüren yalanı oradan duyunca... İşte o zaman kaldıramıyorum. Ve dedim ya yalanı yalanla örtmek " Ben artık yokum bu oyunda" mızıkçılığını yaptırıyor bana. Çünkü oyunda herkes hile yapıyor. Ben hep ebe ama onlar saklanmıyorlar. Arkamı dönmemi bekliyorlar. Sonrası hüsran...

Ben artık yokum... Tek olmak en iyisi en yalansızı. Yalnızlıkta bile yalan vardır. Ama ben tekim... Çünkü benim tutunacak her dalim yapraklarını yalanlarla örtüyor... Haydi eyvallah...

1 Temmuz 2010 Perşembe






Tarihimizin en utanç verici günlerinden biriyle ilgili bir şeyler yazmak istedim.Önce olayı özetle anlatacağım; sonrada kendi yorumumu,düşüncelerimi ekleyeceğim…


Sivas Katliamı, 2 Temmuz 1993’te Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli’nin yakılarak içinde bulunan 35 yazar,ozan ve 2 tane de görevlinin katledilmesidir. Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında, aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu pek çok sanatçı ve fikir insanı dönemin Sivas valisi’nin özel davetlisi olarak bu kente geldi. Kültür Merkezinde başlayan kargaşa büyüyerek Hükümet Meydanı’na kadar taştı. Hükümet Konağı’nı taşlayan grup Madımak Oteli’nin önüne gelerek sloganlarla arabaları ateşe verdi ve oteli taşlamaya başladı. Daha sonra perdeler tutuşturularak ve alt kattaki mobilyalar yakılarak otel ateşe verildi. Asım Bezirci,Nesimi Çimen, Metin Altıok’un da içinde bulunduğu 35 kişi yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdi. Aziz Nesin’in de dahil olduğu 51 kişi ise kendi çabalarıyla kurtulmayı başardılar. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdiven trabzanındaki görevli tarafından darp edilip, merdivenden itfaiye aracı etrafında toplanan azgın kalabalığa doğru itildi. Başından yaralanan Aziz Nesin linç edilmekten son anda kurtuldu.
Olaydan bir gün sonra 35 kişi gözaltına alındı. Daha sonra gözaltına alınanların sayısı 190'a çıktı. Gözaltına alınan 190 kişiden 124'ü hakkında "laik anayasal düzeni değiştirip din devleti kurmaya kalkışma" suçlamasıyla dava açıldı,geri kalanlar serbest bırakıldı. 26 Aralık 1994'te karara bağlanan dava sonucunda, 22 sanık hakkında 15'er yıl, 3 sanık hakkında 10'ar yıl, 54 sanık hakkında 3'er yıl, 6 sanık hakkında 2'şer yıl hapis cezası, 37 sanık hakkında da beraat kararı verildi. Yargıtay’a gitmeler, karar bozmalar ve tekrar yargılamaların sonucunda 14 sanık 15 yıla kadar değişen hapis cezasına[8] mahkûm edildi. 33 sanık Devlet Güvenlik Mahkemesi'nce yeniden idam cezasına çarptırıldı. 2002 yılında idam cezasının yürürlükten kaldırılmasıyla idam cezası hükümlülerinin cezaları müebbet ağır hapis cezasına çevrildi. Geçen bu zaman zarfı içerisinde sanık sayısı tahliyelerle 33'e düştü. Haklarında tutuklama kararı bulunan sanıklardan, başta Sivas Belediye Meclisi üyesi Cafer Erçakmak olmak üzere sekiz kişinin Almanya ve Suudi Arabistan'a sığındıkları öğrenildi. Davada kilit isim Cafer Erçakmak hiç yakalanamadı. Sivas katliamı sanığı Muhammed Nuh Kılıç'ın yıllardır Almanya'da Mannheim'da eşi adına açtığı dönerci dükkânını işlettiği ortaya çıktı".












Olayın özünü,yargılama sürecini falan anlattık. Şimdi asıl anlatmak istediğime gelmek istiyorum.Hiç öyle tanıdığınız isimler geçmiyor değil mi olayda suçlu olarak? Fiilen suçu olmayabilir tabi kimsenin ama birkaç söz yazacağım, bakalım hangi zihniyetin sonuçlarıymış bunlar. Aziz Nesin’in dediği gibi: “Savcı beni oturtmuş sorular soruyor. Benden beni iten itfaiye erinden şikayetçiyim,kafamı yaran o çember sakallıdan şikayetçiyim dememi bekliyor. Böylece figüranlık oyunu tamamlanmış, oynanan oyun bitmiş ve perde kapanmış olacak. Ama benim derdim, bu kanlı senaryoyu yazmış olanlarla. Bu senaryoyu kim yazdı?"
Şimdi tanıdığınız siyasetçilerin veya devlet adamlarının bu konu hakkındaki yorumlarını, bağlantılarını yazacağım.















*Sanıkların avukatlığını Refahyol iktidarının Adalet Bakanı Şevket Kazan üstlendi ve bakanlığı sırasında onları hapishanede ziyaret etti.


*Kenan Evren: “Gereksiz bir konuşma sonunda çıkan olay, solcularla dinciler arasındaki çekişmeye dönüşüyor. Bunu önlemek lazım. İnsan dinsiz olabilir. Ama bunu ilan etmenin gereği yok."


*Süleyman Demirel: “Halkla polisi karşı karşıya getirmeyin. Olayda ağır tahrik var. Çatışma yok. Otel yangınında can kaybı var.”


*Dönemin başbakanı Tansu Çiller: “Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır. Ölenler de çıkan yangın sonucu boğularak ölmüştür."


*Mesut Yılmaz: “Bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi"













Pek bir şey söylemeye gerek yok sanırım. Bu iş Sünni-Alevi çatışması değildir. Bu katliam, bu vahşet ülkenin aydınlarını, olduklarının dışında gösterip hedef haline getirme, bu gerilimden kendi siyasetlerine malzeme çıkarma, bu kutuplaştırmayı çıkarlarına hizmet eder hale getirmektir. Kimse bu işin devlet desteği olmadan yapıldığını söyleyemez. Polislerin bu vahşete 10 saat boyunca müdahale etmemesi, yukarıda söylenen sözler, “Sivas laiklere mezar olacak”, “Cumhuriyet Sivas'ta kuruldu, Sivas'ta yıkılacak” sloganlarını kendilerine paravan yapıp ilgiyi başka yöne çekip kendi istediklerini yaptırma vahşetidir. 2 Temmuz 1993 bu ülke için bir utanç günüdür. 17 yıldır müze yapılmayan Madımak Oteli, bu vahşeti yaratanlar kadar kendisini lokanta yapanları da affetmeyecektir…


Sezen Aksu Pardon




Pardon, bakar mısınız ?
Tanışmışmıydık ?
Sevmişmiydim ben sizi hiç ?
Sevişmiş miydik?
Pardon daha önce konuşmuşmuyduk ?
Yürüyüp çıkmazlarda yorulmuşmuyduk ?
Yüzünüz ne kadar da aşina !
Avucumun içine alıp öpmüş olabilirim
Gözünüz öyle uzak bakmasa
Sizi tanıdıgıma yemin ederim
Peki bu şarkıyı hatırlar mısınız ?
Pardon bakarmısınız ?
Adınız neydi sizin ?
Baş harfini gögsüme
yazmıs olabilirim
Pardon daha önce nerdeydiniz ?
Geçtiginiz yollara düşmüş olabilirim
Yüzünüz ne kadar da aşina !
Avucumun içine alıp öpmüş olabilirim
Gözünüz öyle uzak bakmasa
Sizi tanıdıgıma yemin ederim
Peki bu şarkıyı hatırlarsın







Aslında defalarca dinlediğim bir şarkı. Neredeyse her Sezen Aksu şarkısı gibi çok beğendiğim bir eserdi. Bugün ilk defa zihnimde hayal ederek dinledim. Çok yaşanmışlığa dokunan bir şarkıymış meğer.Sevdiğinin yüzünü ellerinin arasına alıp öpmüş olabilmek, belki de bunu içten yaşamayalı çok olduğu için ilk bu sözler çarptı. Fakat sonra en içten bunu yaşadığın gözlerin çok zaman sonra karşılaşılınca öyle uzak baktığına şahit olmak, avuçlarınızda onu hissedememekten daha beter. Hiç unutulmaz zannettiğim hatıralar beni hala yorarken, meğerse o çoktan atmış zihninin en köşelerine. Bütün köşelerinde bir zamanlar benim olduğum zihninde sadece bir köşe. Bu bir “unutamama” yazısı değildir; sadece hatıraların değer oranıdır benim gözümde. Ben çok hatırladığım için ben unutamadım gibi bir sonuç çıkartılamaz sadece yaşarken söylenenler orada kalmış. Bir dost bile olunamamış, herhangi biri olmuşuz birbirimizin içinde. Böylesiymiş belki de en iyisi. Ama öyle uzak bakmasaydı, onu tanıdığıma yemin edebilirdim…

http://fizy.com/#s/1agvxy

30 Haziran 2010 Çarşamba






SEVGİLİM YALAN SÖYLERSEM

Sevgilim yalan söylersem sana
Kopsun ve mahrum kalsın dilim
Seni seviyorum demek bahtiyarlığından

Sevgilim yalan yazarsam sana
Kurusun ve mahrum kalsın elim
Okşayabilmek saadetinden seni

Sevgilim yalan söylerse sana gözlerim
İki nadim gözyaşı gibi avuçlarıma aksınlar
Ve göremesinler seni bir daha

NAZIM HİKMET

28 Haziran 2010 Pazartesi

TGB "Cumhuriyetin Okulunu Kuruyoruz" projesi

Eğitim sorunu, bu ülkenin en temel sorunudur. Çünkü çözemediğimiz bu sorun, yıllar boyunca katlanarak başka biçimler almış ve çok çeşitli konulara tesir etmiştir. Çok meşhur bir filmde geçen bir söz vardır. " Okul sadece 4 duvarı olan bir yer değildir. Okul heryerdir." diye belki bilirsiniz. Fakat sorunun birde şöyle ciddi bir boyutu var ki memleketin çoğu yerinde o 4 duvarlı okul yok.Duvarların olduğu yerde içeride öğretmen yok ya da öğrenciler kilometrelerce ötelerden okula gelemiyorlar. Sorunun boyutunun farkına varırsak bireysel çabaların değirmeni döndürmeyeceğini de farkederiz.

Bu projenin gerçekleştiği yer ise Bismil-Aslanoğlu köyüdür. Birazdan bütün bilgileri, köyün sorununu, projenin nereden çıktığını ve ne aşamada olduğunu yazacağım. Şundan bahetmek istiyorum. Sosyal devlet anlayışı, kışın ortasında suyun ve elektriğin olmadığı yerlerde buzdolabı dağıtmak değildir. Sosyal devlet anlayışı, kamyonlardan kumanya dağıtıp insanları sefil etmek hiç değildir.Kaldı ki insanların fakirliğini yüzlerine vururcasına bu insanlığa yakışmayan yöntemler hiç bir vicdana hiç bir dine sığmaz. Devletin belkide şimdiye kadar çoktan yapması gereken birşeyi TGB öğrencileri yapmak için büyük çabalar sarfetmiştir. Şimdi köyün hikayesini, okulun son halini ve köyden fotoğrafları ekliyorum...


Türkiye’nin Birliğine harç koyuyor,
Bismil Aslanoğlu Köyü'nde Okul Yapıyoruz…

Hiçbirinin önlüğü yok,
Kalemlerinin üzerlerine titriyorlar,
Çantaları boş da olsa heveslerini ve özlemlerini sırtlarında taşıyorlar,
Defterlerinin yapraklarına yazmaya kıyamıyorlar, çünkü defterlerinin bitmesinden korkuyorlar…

Yoksul köy çocukları bize bakıyor,
Konuşmuyorlar, ama çok şey anlatıyorlar…

Her gün derse giremiyorlar, çatısı delik,
dersi teneffüs zili değil, soğuk bitiriyor…
Çaresizce herkes evine dönüyor…

Okul demiyorlar, okul istemiyorlar utandıklarından…

Küçücük gözleri çığlık atıyor aslında…

Hepsi milletimizin parçası, hepsi cumhuriyetin önemini yaşayarak anlıyorlar…
Cumhuriyet "Nasıl olur da ağalığa izin verir?.." diyorlar… Cevap veremiyoruz…

Onlar cevap veriyor, ayağa kalkıyor; "Yıkılsın Ağalık!" diyorlar,
bütün yoksul köylüler Aslanoğlu Köyü'nü izliyor…

Biz onlara hiçbir şey vermesek de, onlar bize her şeylerini vermeye hazır,
Canlarını ağalığa karşı sessiz ve sitemsiz veriyorlar…

Kimi öğretmen olmak istiyor, kimi asker; ama en çok Avukat olmak isteyen var,
Ağanın baskısına karşı kendilerini savunmak için Avukat olmak istiyorlar…

Biz Atatürk gençliği olarak,
Varlığımızı milletimizin varlığına ve ülkemizin bağımsızlığına armağan etmeye,

Kaderimizi yoksul halkımızın kaderiyle birleştirmeye,
SÖZ VERDİK!!

Gideceğiz, Diyarbakır’a. Yüzlerce üniversiteli genç...
Taş taşıyacağız, sıva yapacağız, çatı onaracağız…

Gözlerimizi yummuyoruz,
Kulaklarımızı tıkamıyoruz…

Bakıp da görmeyenlere inat, görüyoruz ve vicdanları ayaklandırıyoruz!

Ülkemizin birliği ve bağımsızlığı için,
"Kimsesizlerin Kimsesi Cumhuriyetin" değerlerini yeniden hatırlatmak için…

Sizi desteğe çağırıyoruz…

Bu tarihi görev için size elimizi uzatıyoruz…

Neden Aslanoğlu Köyü?

Diyarbakır’ın Bismil İlçesi'ne bağlı Aslanoğlu Köyü, 2005 yılından beri toprak ağalığına karşı mücadele ediyor.

Bölgenin toprak ağası, haksız bir şekilde Aslanoğlu Köyü’nün çevresinde bulunan ve köylülere ait olan toprakları zor kullanarak eline aldı.

Köylüler toprak ağasını dava etmelerine ve yasal süreci başlatmalarına rağmen henüz bir sonuç elde edemediler.

Aslanoğlu Köylüleri, Diyarbakır şehir merkezinde 2007 yılının Haziran ayında, Türk bayrakları ile "Yıkılsın Ağalık Yaşasın Cumhuriyet" pankartlarıyla bir yürüyüş yapmışlar ve basında geniş yer bulmuşlardır.

Ağa ise köylülerin bu haklı mücadelesini zorla bastırmaya çalışmaktadır. Hiçbir kanun tanımayan ağa, köye defalarca baskın düzenlemiş ve dört köylüyü öldürmüştür! Çünkü bilmektedir ki, Aslanoğlu Köylüleri başarılı olursa, hem kurulu çıkar düzenleri bozulacak hem de terörün sosyal-ekonomik zemini ağır yara alacaktır.

OKULDA SON DURUM

19 Haziran’dan bu yana bir haftadır köyde bulunan birinci ekip, çalışmalarını planlandığı şekilde yürüttü. Okul yapımında son olarak, eski çatı iskeletleri söküldü ve çatılar temizlendi. Şimdi ikinci ekiple birlikte, yeni çatının yapımına geçilecek.

Bugün, sabah erkenden, son değerlendirme toplantısını yapan birinci ekip, köylülerle vedalaştıktan sonra Diyarbakır şehir merkezine hareket etti.

Köylüler ve gençler arasında kısa sürede ne kadar güçlü bir bağ oluştuğu, birinci ekibin köyden ayrılışı sırasında yakından gözlendi. Şino Anne (Köy Muhtarı Mehmet Tanrıkulu’nun annesi)nin emekle yoğurduğu, kucağında bir çiçek bahçesi gibi taşıdığı sevgi ve şefkat, köyden ayrılan arkadaşların yüreklerinde umut ve onur yüklü duygular filizlendirdi.

Bir yanda köyden ayrılıyor olmanın üzüntüsü, bir yanda Arslanoğlu Köyü'nde hayatı köylülerden öğrenmenin yaşattığı mutluluk... Bismil Arslanoğlu Köyü gençlere hayatı öğreten, bütün arkadaşların birçok ilki yaşadığı bir üniversite oldu.

Şimdi aynı duygular, yeni genç yüreklerde yeşerecek. Birinci ekibin ayrılırken yaşadığı hüzün ve mutluluk duyguları, yerini ikinci ekibin gözlerinden taşan heyecana bıraktı. Şimdi sıra ikinci ekipte.

İkinci Ekip Köye Ulaştı!

Ankara, İstanbul, Kocaeli ve Sakarya İllerinden, 24 Haziran Perşembe Günü yola çıkan ikinci ekip, bugün birinci ekip ayrılmadan, Diyarbakır’a ulaştı. Şehir merkezinde, ayrılacak arkadaşlarla bir araya gelen ikinci ekip, daha sonra köye doğru hareket etti.


Fotoğraflara geçmeden önce şunu belirtmek istiyorum. Can Ataklı VATAN gazetesindeki yazısında, Güneş gazetesi ve Medya Kralı programında Okan Bayülgen bu projeden bahsetmiş ve destek istemişlerdir... Şimdi sıra fotoğraflarda...











25 Haziran 2010 Cuma

Rakı Kültürü



Bir tatil yazısı yazmıştım ve üstüne düşünürken bu yazıda bir eksiklik olduğunu farkettim.Tatil denilince akla elbette deniz,kum,güneş,dostlar,gün batımı,kitap okumak gelirde eğer benim gibi bebeklikten itibaren yetiştirildiyseniz bu konuda birde "rakı" gelir aklınıza... Bebeklikten itibaren lafımı abartı bulmayın; çünkü dedem emziğimizi kendi dublesine batırıp verirmiş bütün torunlarına... Eh gel zaman git zaman yaş biraz daha büyüyünce tanıdık bir kokunun tadı da vazgeçilmez oldu...

Rakı bir kültürdür, bir keyiftir. Asla bilinçsizce tüketilecek bir içki değildir. Benim düşünceme göre de "içki" sıfatına giren nadir alkollülerden biridir. Çünkü ben çoğunu sadece alkol içeren kokteyl olarak tanımlıyorum.

Bu yazıda rakının küçük bir tarihçesini, nasıl yapıldığını, nasıl içilmesi gerektiğini, hangi mezelerin tercih edilmesinin daha çok yakışacağını ve en sonunda benim tercihlerimi yazacağım...


Bazı kaynaklara göre Rakı kelimesi Arapça arak kelimesinden gelmedir, sözcük anlamı damıtılmış demektir. Kimi kaynaklarda Arapça kökenli başka kelimelere dayandırılır. Diger kaynaklara göre de ismini razaki üzümünden almıştır. Bir başka iddia ise rakının Kımız'dan elde edilen Arika'dan gelmesidir....

Rakının ilk kez nerede kimler tarafında üretildiği kesin olarak belgelerle belirlenememiştir. Ancak rakının ilk kez Osmanlı topraklarında üretildiği neredeyse tüm dünya ülkelerince kabul edilmektedir. Hemen hemen tüm ansiklopedilerde rakının bir Türk içkisi olduğu belirtilir. Türk rakısı zamanla Osmanlı topraklarında yaşayan insanların da damak zevki ile bugünkü karakteristik özelliklerine ulaştırılmış ve üretimi tekelleştirilmiştir. Türk rakısının bugünkü özellikleri ne Yunan rakısı Ouzo ne de Doğu içkisi olan Arak'ta bulunabilir...

Gelelim rakının nasıl yapıldığına... Mübadele zamanı Yunanistan'dan buraya göç ederken anne tarafımdan büyükdedelerim, sadece özel eşyalarını getirebilme izni almışlar.Bu yüzden eşyalarının çoğunu orada bırakmak zorunda kalmışlar.Büyükdedem de özel eşya olarak rakı yapma düzeneğini tercih etmiş. :) Buraya geldiklerinde ciddi bir süre kendi rakısını kendisi yapmış.Ben deneme şerefine mazhar olamadım fakat duyduğum kadarıyla çok daha ağır ve acı oluyormuş.Rakı yapmak ciddi bir süreç aslında ama bunu başarabilen bir neslin, bir ailenin çocuğu olmam bence bu yazıyı niye yazma gereği duydum sorusuna yeterince cevap oluyordur.Rakının nasıl yapıldığını ayrıntısıyla yazalım..

Öyle karmaşık cümleler yazmayacağım. Sadece üstünkörü geçeceğim.Bende dahil hiçbirimizin rakı yapmaya kalkacağını düşünmüyorum.Piyasada yeterince iyi kalitede rakılar var çünkü.. Üzümler alınır; şıra haline getirildikten sonra mayalandırılıp alkollü bir hale getirilir. Sonra bir damıtma düzeneğine konur. Ortaya çıkan sıvı bakır imbiklere konur ve anason tohumlarıyla bir daha damıtılır. Bunun sonunda orta kısımda alkolü yüksek bir göbek oluşur. Bu kısımıa su eklenerek içilebilecek düzeye getirilir. Tadlandırma işleminden sonra havalandırmaya bırakılır. En az 1 ay boyunca rakının olgunlaşması beklenmelidir...

Çok önemli bir konuda rakının nasıl içilmesi gerektiğidir. Rakı öyle herhangi bir yerde, herhangi insanlarla ve önemsiz zamanlarda içilebilcek kadar değersiz ve anlamsız bir içki değildir.Kısaca gereklerini yazacağım fakat Aydın Boysan üstadımız bu konuyu kitabında çok iyi anlatmıştır. Kendisiyle sohbet etme şerefinede erişmiş biri olarak hem o konuşmalardan hem de kitabından daha net alıntılar yapacağım...

Rakı kesinlikle soğuk içilmelidir.Kadehe koyduğunuz rakı miktarının yarısı kadar su eklenmesi standart bir rakıdır fakat tercihlere göre değişebilir. Buz koymak, fazla tercih edilir fakat zaten rakı soğuksa böyle birşeye gerek duyulmaz.. Sonradan görme bir adet var bu aralar rakıyı bir dikişte bitirmek gibi. Rakı öyle saygısızlığı kaldırabilcek birşey değildir adamı çarpar.. Rakı yudum yudum içilir. Gelelim Aydın Boysan üstadın bu konuya verdiği cevaba. Soruyla beraber yazıyorum..

Neredeyse 70 yıldır rakı içen biri olarak rakı içmenin adabını anlatır mısınız?

Evvela aç karnına rakı içmeyeceksiniz. En az yarım saat önce yemeğinizi yemiş, bitirmiş olacaksınız. Aç karnına içmeye kalkışırsanız, midenizi hırpalarsınız. Hem de çabuk devrilirsiniz. Bu yüzden yavaş yavaş, yudum yudum içeceksiniz rakıyı. Sonra, rakı içerken ana yemek yenmez, meze yenir. Sofraya koyulan mezelerden de birer lokma alınır tabağa; yani meze yemek de abartılmaz.

Meze konusu çok hassastır. Çünkü rakı mide için de kolay bir içki değildir.Bu yüzden insan kendi bünyesini bilmeli ona göre ağır mezeler seçmemelidir.Hayatın her anını çabuklaştıran fakat kalitesizleştiren süpermarketlerdeki hazır mezeleri tercih etmeyiniz. Çünkü mezenin o gün yapılmış olması önemli bir ayrıntıdır.Bu konuda da Aydın Boysan üstadın dediklerini hemen yazıyorum...

Beyaz peynir esastır; muhakkak olmalıdır. Bizim beyaz peynirimiz sultani bir mezedir zaten. Rakı-beyaz peyniri bizden başka bir Balkanlar, bir de Yunanlılar bilir. Deniz mahsulleri de aynı şekilde müstesnadır, rakının yanında iyi gider. Midye, karides mesela. Balık ve her türlü etten lokma alınabilir. Sonra, çoban salata da mutlaka olmalı; ama doğru dürüst yapılacak. Domatesler ve hıyarlar ince ince doğranacak. Sonra bol soğan konacak. Zeytinyağı domates, hıyar ve soğana iyice yedirilecek. Salata hazırlandıktan sonra da bir süre bekletilecek.

Böyle büyük bir üstaddan sonra kendi tercihlerimi yazmak saygısızlık olacak ama belirtmek istedim fikirlerimi. Rakıyı öyle yanında bol suyla içmem. 2 veya 2.5 dublede bir bardak su içerim yanında. Buzu sadece suya atmayı tercih ederim. Asla büyük yudumlar almam, sofrada alanlar varsa da uyarırım.Yazının bu anına kadar isim vermedim fakat Yeni Rakı,Efe Yaş üzüm Rakısı ve Tekirdağ Altın Seri sırasıyla tercihlerimdir. Meze olarak tam yağlı beyaz peynir, kavun, acılı ezme, kalamar başta olmak üzere herhangi bir deniz ürünü,iyi yapılmak şartıyla cacık sofrada tercihlerimdir.Müzik bence önemli bir ayrıntıdır. Sofrada muhabettek elbette önemlidir ama konuşulmayan zamanlarda Müzeyyen Senar, Safiye Ayla ya da sadece Mustafa Kandıralı dinlemek gerekir. Kadeh kaldırılması güzel birşeydir fakat öyle her seferinde tokuşturulmaz. Sadece toplanma amacı için bir kere tokuşturulur ondan sonra sadece kaldırılır bence.İlerleyen saatlerde konuşmaların şiddetlenmesi,ses tonunun artması pek hoşuma gitmez. Rakı sofrasına saygı olmalıdır. O sofrada rakı içiliyorsa sofradaki kadınlar hariç tüm erkekler rakı içmelidir.Belli bir düzeyden sonra bende şarkı söylemeye başlarım.Verebileceğim rahatsızlıklardan ötürü özür dilerim her zaman..

Rakı ciddi bir kültürdür. Gerekleri ve zorundalıkları vardır. Müthiş bir keyiftir. Bu kadar ayrıntı yazdım fakat farklı insanlarla farklı sofralarda paylaşımlarda bulunmak rakının keyifini bir kat daha arttırır. Yazıyı okuyupta canı çekenler ya kusuruma bakmasın ya da hemen beni arasın ilk fırsatta soframızı kuralım... Teşekkürler...


23 Haziran 2010 Çarşamba

Bestelenmiş Şiirler...

Bu yazıda hiçbir bilimsel tez öne sürmeyeceğim, keşfedilmemişin peşinde düşmeyeceğim. Attila İlhan başta olmak üzere Orhan Veli ve Sabahattin Ali’nin bestelenmiş şiirlerinden benim için değerli olanlarını paylaşacağım…

Mahur Beste, Attila İlhan’ın çok sevdiğim bir şiiridir... Hikayesi çok derin ve anlamlıdır. Şarkıda kastedilen Müjgan eski Türk dilindeki kirpiktir. Şiirin yazılma sebebi ise Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı üzerinedir… Bir Ahmet Kaya bestesi olan Mahur Beste şarkısı Eyvah Eyvah filminde de kullanılmıştır.



Mahur Beste

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı

Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara



http://fizy.com/#s/102n9y


Attila İlhan’ın bestelenmiş bir diğer şiiri de Sen Benim Hiçbirşeyimsin’dir. En bilinen şiirlerinden biridir fakat bestelenmiş halini bende çok sonradan duydum. Bir Ahmet Kaya bestesi olmuştur bu güzel şiir…



Sen benim hiçbir şeyimsin
Yazdıklarımdan çok daha az
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Lüzumundan fazla beyaz
Sen benim hiçbir şeyimsin
Varlığın yokluğun anlaşılmaz

Galiba eski liman üzerindesin
Nasıl karanlığıma bir yıldız olmak
Dudaklarınla cama çizdiğin
En fazla sonbahar otellerinde
Üniversiteli bir kız uykusu bulmak
Yalnızlığı öldüresiye çirkin
Sabaha karşı öldüresiye korkak
Kulağı çabucak telefon zillerinde

Sen benim hiçbir şeyimsin
Hiçbir sevişmek yaşamışlığım
Henüz boş bir roman sahifesinde
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Ne çok çığlıkların silemediği
Zaten yok bir tren penceresinde

Sen benim hiçbir şeyimsin
Yabancı bir şarkı gibi yarım
Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Uykumun arasında çağırdığım
Çocukluk sesimle ağlayarak

Sen benim hiçbir şeyimsin



http://fizy.com/#s/1cic25


Önce şarkı olarak tanıştığım, daha sonraları bir Attila İlhan şiir olduğunu öğrendiğim Beş Dakika Bekle Git bir Yaşar bestesidir.


BEŞ DAKİKA BEKLE GİT

Sen istinyede bekle ben burdayım
İçimde köpek gibi havlayan yalnızliğim
Çünkü ben buradayım karanlıktayım
Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git

Çünkü elimi kestim beni kan tutuyor
Şarabım bütün ekşi suyum soğuk
Yanımda olmadın mı seni daha bir çok seviyorum
Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git

Yüzünü ıslatmadan ağlayabilir misin
Yarı geceden sonra telefon ettin mi hiç
Karanlık adamlar hüvviyetini sordu mu
Ben senin olmadığını arıyorum

Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git
Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git

Bana ait ne varsa hepsi seni korkutuyor sana ait ne varsa
Hiçbiri benim değil
Belki ölmek hakkımı kullanıyorum

Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git
Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git


Gelelim Orhan Veli şiirlerine… Zülfü Livaneli’nin 2 kaset bir arada sattığı bir Best Of albümü vardı. İlk orada dinlemiştim bu şarkıyı. Çok sonraları fark ettim Gün Olur’un bir Orhan Veli şiiri olduğunu…


Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.
Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.
Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!...
Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi...



http://fizy.com/#s/1047em


Orhan Veli’nin belki de en bilinen şiiridir İstanbul’u Dinliyorum. Zülfü Livaneli de bu harika şiiri çok güzel bestelemiştir…



İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.


http://fizy.com/#s/1aj9oy




Son olarak çok sevdiğim bir grup olan Ezginin Günlüğü’nün bestelediği Ayrılış şiiridir.



Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam


http://fizy.com/#s/1gr1s2





Sabahattin Ali’nin Aldırma Gönül şiiri herhalde en bilinen bestelenmiş şiiridir. Edip Akbayram tarafından bestelenen şiirin 3.kıtası okuyunca fark edeceğiniz sebep üzerine yasaklıdır…



Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül, aldırma

Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül, aldırma

Görmesen bile denizi
Yukarıya çevir gözü
Deniz dibidir gökyüzü
Aldırma gönül, aldırma

Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allah'a
Görecek günler var daha
Aldırma gönül, aldırma

Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül, aldırma


http://fizy.com/#s/1aj3d6




Son olarak yukarıda bahsettiğim Best Of albümünde dinlediğim bir şarkıydı Leylim Ley. Sabahattin Ali şiiri olduğunu yaşımın küçüklüğü sebebiyle önemsememiştim sanırım…


Döndüm daldan düşen kuru yaprağa
Seher yeli dağıt beni kır beni
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yarin çıplak ayağına sür beni

Aldım sazı çıkmış gurbet görmeye
Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye
Ne lüzum var şuna buna sormaya
Senden ayrı ne hal oldum gör beni

Ayın şavkı vurur sazım üstüne
Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne
Ay bir yandan sen bir yandan sar beni

Yedi yıldır uğradım yurduma
Dert ortağı aramadım derdime
Geleceksen bir gün düşüp ardıma
Kula değil yüreğine sor beni


http://fizy.com/#s/14oagb



Bunlar sadece benim ilk bakışta dikkatimi çeken eserlerdi. Eminim sizin ilginizi çekecek başka şarkılar vardır. Ben bunları koydum.Fakat yer vermediğim şiirlerinde adını yazacağım.



Bedri Rahmi Eyüboğlu-Yiğidim Aslanım, Hasan Hüseyin Korkmazgil- Haziranda Ölmek zor, Acılara Tutunmak, Kemal Burkay- Gülümse, Vedat Türkali- Bekle Bizi İstanbul, Özdemir Asaf- Lavinia….



En son olarak söylemek istediğim, şiirlerimiz ucundan bucağından tutamayacağımız kadar geniş bir deniz. Geniş olduğu kadar yarattığı derinlikte içinde kaybolmamızdan başka bir çıkış yolu sunmuyor bize… Keyifli kaybolmalar....

Tatile Gitmeden..







Yoğun bir seneyi daha atlattık.. Memleket şartları da göz önüne bulundurulduğunda, bir üniversite öğrencisi için her ne kadar "en güzel zamanlarınız, değerini bilin" öğütlerine boğulsakta pek te keyfi geçmedi günler. Harçlar, vizeler, finaller derken tatile kavuştuk. Çok planlı bir tatilim olduğunu söyleyemem. Fakat birlikte olamadığım dostlarımla görüşmek, eksikliğini hissettiğim planlar yapmak kısacası anlık yaşamak üzerine kurulu tatilim... Ama 10 günlük bir deniz tatili planım var aslında.. Arkadaş grubumla yapmayı planladığımız Yayla tatili... Yayla, Saros körfezinin güzel bir yerleşim yeridir. Uzun ve temiz bir plajı vardır.. Bunlar aslında sıradan bir tatil yöresini anlatan sıfatlar fakat şehrin gürültüsünden,yoğunluğundan kaçmanın en kısa fakat verimli yolu.






Eğer benim gibi deniz kıyısında büyüdüyseniz, deniz hayatınızda önemli bir yer tutar. Denizin güzelliği, tatilin güzelliğini doğrudan etkileyen bir çarpandır. Yayla'nın denizi Saroz Körfezi kıyısı olması sebebiyle çok temiz ve soğuktur. "Temiz deniz" kavramını bir sahil kasabasında yaşamama rağmen unuttuğum düşünülürse Yayla'nın denizi hakkında bu yorumum duygusal olarak algılanmasın.. Gerçekten çok temiz bir denizdir. Handikap olarak görebileceğim tek şey denizinin taşlı olması... Çocukken pek sevmezdim taşlı denizlere girmeyi. Şarköyde yaşadığım talihsiz bir olayında etkisi var tabi. Fakat o kadar çekici bir deniz ki taşlı olması bile bu ilgimi azaltmıyor...




Geçen sene tanıştım Yayla'yla.. Küçük fakat alternatifi bol bir yer. Eğer eğlence anlayışınızı karşılayacak düzeyde bulmuyorsanız çok yakınında bulunan Erikli de emin oldun bu düzeye sahip olabilirsiniz.. Gece dışarda dolaşmak, hergün taze balıkların konulduğu balıkçı tezgahlarından akşamınızı keyiflendirmek, mavinin en huzurlu tonundayken denizin üstünde batan güneşi selamlamak Yayla için çok ta uç bir örnek değildir... Bu yaz tekrar orada olmaktan mutluluk duyacağım...

Yazının sonunda birkaç Yayla fotoğrafı göstermenin iyi olacağını düşündüm. Fotoğraflar için Dicle Öndeş'e teşekkürler...